Ben de, silme çiçekle dolu edebiyat bahçesinde kendime bir yer aradım. İstedim ki kıyıda köşede bir yerde -öyle çok gösterişli değil ama- zarif bir çiçek de ben olayım. Bu sebeple, üzerine titreyerek yazdığım şiir, hikâye ve denemeleri, hâsılı kelam bütün edebi türlerde kaleme aldığım eserleri Edebifikir dergisine; Sulhi Ceylan’a göndermeye başladım. Çünkü çeşitli dergilerde yazıları çıkan bir arkadaşım şakayla karışık; “Sulhi Ceylan bu camianın ‘Edirne Kapısı’ gibidir. Onu geçersen maksadın hâsıl olur, ol mübarek şehir fetholunur” dedi. Kalede kale, kapıda kapı haa!
Her gönderdiğim yazı edebi bir gerekçeyle geri çevrildi. Ne yapsam yazılarımı beğendiremedim. Boynumu hep büktüm. Vardır Sulhi abinin bir bildiği dedim. Fakat gün geldi canıma tak etti. Gönderdiğim her yazıya bir kusur bulunuyordu. “Özensiz!” dediği yazıma özen gösterip tekrar gönderiyor bu sefer: “Dil bilgisine dikkat et!” diyordu. Dil bilgisi için elimden geleni yapıyor bu sefer de: “Gayet kısa” diyordu. Yazıyı elimden geldiğince uzun tutuyor ama hoop bir red cevabı daha… Son gönderdiğim yazı için “Metin soğuk!” dedi. Sinirden ne diyeceğimi, cevap olarak ne yazacağımı bilemedim. Az kalsın “Abi cam açıksa belki ondan öyle hissettin” diyecektim. Diyemedim. Yutkundum.
Ama sonra sonra anladım ki acı acı yutkunan bir tek ben değilmişim. YouTube’daki sokak röportajlarında kamerayı görür görmez önüne atlayan insanların yollarının, bir şekilde Sulhi Ceylan’la kesişebileceğini hiç düşünmemiştim. Hatta bir tanesini bütün ülke tanıyor. Evet ta kendisi; Kennedy Cihangir. Sulhi abi garibana ne yaptıysa artık, adam en sonunda “Ankara beni bulsun!” dedi. Herkes bunun merkezi otoriteye karşı yapılmış çılgın bir başkaldırı olduğunu zannetti. Hâlbuki Kennedy Cihangir’in tek derdi; isyanında bile kendini Sulhi Ceylan’a beğendirmekti. Belki de cümlesi tam olarak şöyle olacaktı: “Ne olur Ankara beni bulsun!”
Güzide İstanbul’umuzun sokaklarında dolaşırken her an böyle insanlarla karşılaşmanız mümkün. Mesela Eminönün’deki simitçilerden birinin Sulhi Ceylan’a kızıp edebiyatı bıraktığını ve daha o gün simitçi olmaya karar verdiğini öğrendiğimde çok şaşırmıştım.
Garip olan adamın şuanki durumdan memnun olması. Gerçekten de üstünden büyük bir yük kalkmış gibi, sürekli derin derin nefes alıp uzun uzun “ooohh!!” diyordu. Buna benzer bir vaka da bizim mahallede yaşandı. Mahallemizin ara sokağında küçük bir büfe açıldı. Ben de hayırlı olsun alışverişine gittim. Adam gayet güler yüzlü, sıcakkanlı birisiydi. Nerden bilebilirdim! Meğer adamın yirmi yıllık bir yazı macerası varmış. Ve ustası da bilin bakalım kimmiş? Evet ta kendisi; Sulhi Ceylan. Yirmi yıllık seyr u sülükten sonra -adamın nefis terbiyesine – büfecilikte devam etmesine karar verilmiş. Adamın, canı gönülden söylediğine göre önemli olan rızk işini rıza işine tebdil etmekmiş. Hayretler içinde büfeden geri geri çıkarken adam tezgâhın arkasında duran ellerini ‘elveda’ der gibi havaya kaldırınca, elindeki dokuz bin dokuz yüz doksan dokuzluk tespihi gördüm. Dudaklarını Sulhi Ceylan’a dua etmek için kıpırdatıyordu…
Hoşumuza gitse de gitmese de Sulhi Ceylan’ın bu memlekette birçok insanı zanaat ve meslek erbabı yaptığı apaçık bir realitedir. Gönderdiği şiirler bir türlü beğenilmediği için sinirden mahalledeki karate kursuna yazılıp oradan Avrupa şampiyonluğu macerasına uzananından tutun da; Edebifikir’den gelen her maille hop oturup hop kalkan, bu oturup kalkmalar sırasında kendisindeki akrobasi kabiliyetinin farkına varan bir adamın, şu an Anadolu turnesine çıkan bir sirkte cambaz olarak çalışmaya başlamasına kadar…
Sulhi Ceylan, adeta modern bir Ahî Evran gibi… Kendisine uğrayana haddini bildirmeye devam ediyor.
Tabiî böyle değerli insanların münkiri de olmuyor değil. Yine böyle karma karışık duygular içinde Kadıköy vapurunda seyahat ederken zarif giyimli üç gencin konuşmasına kulak misafiri oldum. Bu üç genç ülkemizin önemi üniversitelerinden birinde edebiyat fakültesi öğrencileriymiş. Zarif ceketlerinin altında kısa sopalar sakladıklarını fark ettiğim için iyice kulak kabarttım.
Kumaş pantolonlu ve kundura ayakkabılı olan:
“Altı yüz otuz sekiz tane deneme gönderdim. Hiç birini beğenmedi. Bulduğu her eksiği bir sonraki “deneme”de tamamladım yeni bir eksik buldu. Yazacak konu bitti, onun kriterleri bitmedi. Ben tükendim! Yol tükendi! Sulhi Ceylan tükenmedi! Başka yol kalmadı!”
Lacivert yelekli ve ceketinin yakasına karanfil takan çocuk:
“’Çok samimi olmuş’ diye hiç yazı geri çevrilir mi? Bir de şu sopaların uçlarına çivi çaksa mıydık?” dedi.
Boynunda pembe bir kravat olan, mavi gözlü, sarı saçlı çocuk, gözleri çakmak çakmak:
“Düşünmedim değil! Düşünmedim değil! Ama saklaması zor olurdu.”
Aman Allah’ım… Duyduklarıma inanamıyordum. Demek ki hayallerim gerçek olacaktı. Hem de Kadıköy iskelesinde! Sevinçten içim içime sığmıyordu. Vapur Kadıköy iskelesine yaklaşınca gidip içerden bir bardak çay alacak sonra güverteye çıkıp olanları keyifle izleyecektim. Hatta tempo bile tutacaktım; hatta ve hatta güvertede sağa sola koşturacak, el kol işaretleri yapacak, halkı kışkırtmak için nutuklar atacaktım. “Vurun!” diyecektim.
Demek “Soğuk!” haaa!
Demek “İçin ısınmadı!” haaa!
Vuruuuuun!
Vurun ısınsın!
Kendime geldiğimde iki elimi, yumruk vaziyetinde havaya kaldırmış olduğumu fark ettim. İki gözümden yaşlar boşandı. Ne gerek vardı bu kadar heyecanlanmaya, bu kadar abartmaya. Altı üstü bir yazı. Olsa da olurdu olmasa da. Hem Sulhi abi “Canti bir abimizdi”; kâğıdı, kalemi masaya koyar yazabilen yazar, yazamayan yazmazdı. Bundan ötesi ve daha iyisi dostluk, kardeşlik, çay, sohbet ve muhabbetti…
Bereket ki yanlış istihbarat; Sulhi abi iskeleye gelmemişti. Zaten çocuklar da ilk heyecanlarını daha vapur iskeleye yanaşmadan kaybetmişlerdi. Galiba sopalarını da utanarak ama telaşla vapurdaki çöp kovasına atmışlar. Belli mi olur belki de Sulhi abiyi görür görmez bütün kızgınlıkları geçecek, yanına gidip hal hatır soracak, muhabbet edeceklerdi.
Ama ben elimde çay, gözümde yaş vapurun güvertesinde kalakalmıştım, Sulhi Ceylan haklıydı. Daha doğrusu şöyle düşünmeye başlamıştım: Seksen milyonluk bir ülke için yol gösterici olarak bu kadar gazete, bu kadar televizyon kanalı, bu kadar köşe yazarı, bu kadar çok yazan-çizen, akıl hocalığı yapan, her derde deva YouTuberlar, onca sosyal medya sayfası; kitap çıkaran, ders veren binlerce insan; gerçekten de haddinden fazlaydı. Edebiyatımızı eski güzel günlerine kavuşturmalıydık. Çıta yükseltilmeli ve edebiyat bahçesi temizlenmeliydi. Pıtrak da güzeldir ama yerindeyse… Bahçıvan ayrık otlarını sabırla ayıklamalıydı…
Ayrık otu! Ayrık otu mu dedim? Yoksa… Ama hayır… Yok yok olamaz. Ben… Sulhi abi… Ben.. Abi… Yoksa ben bir ayrık otu muyum!?
Tahir Tarık
Editörün Notu: Bu metin yayınlanmadan önce iki kez okunmuş ve 36 yerde imla ve anlatım bozukluğu görülüp düzeltilmiştir. Metinde bahsedilen üç kişinin kim olduğu ve Tahir Tarık’ın adresi de tespit edilmiştir. Bilgilerinize…
10 Yorum