Tasavvuf Konulu Romanlar dosyamızın altıncı yazısını Bilal Bahadır yazdı: “Dervişin On Bir Adımı: Kalbin Kandillerini Yakmak”
***
I.
Edebiyatımızda, sözlü geleneğin etkisi oldukça önemlidir. “Söz keşiftir, yazı ise icat” diyor Handan Acar Yıldız. Tasavvuf edebiyatı, genelde şiir ya da kıssa-menkıbe formunda karşımıza çıkar. Mesneviler, gazeller, ilahiler, evliya menkıbeleri tekke-tasavvuf edebiyatına şekil veren türler. Hepsinin ortak noktası ise aktarım biçimleri yani çoğu zaman sözlü geleneğin içinden doğmuş olmaları. Kaleme alınmaları ise daha sonra…
Âşık bir sûfînin kalbinden dökülenlerde, mürşidin müridâna ya da dergâhta pîrdaşların birbirine veya bir başkasına anlattıklarında; keşif olması hasebiyle kalpten kalbe aktarılan samimi bir bağ, manevi bir ruh var. Dolayısıyla sözü takip eden ve bir icat olan yazının bu önemli işlevi yerine getirmesi biraz kısır kalacaktır, kalmıştır da. Çünkü kemâlatın kitaplar aracılığıyla öğrenildiği hiç görülmemiştir.
II.
Tasavvuf edebiyatı denince akla ilk şiir gelir. Tarikat, hakikat, marifet, maneviyat, aşk gibi nice kavramı büyük sûfîlerin gönüllerinden taşan dizelerde, beyitlerde gördük hep. Dolayısıyla kıssa ve menkıbe gibi benzerleri bulunsa da öykü ya da roman, bu geleneğin pek alışık olduğu bir tür değil. Bu açıdan bakıldığında Saltuk Buğra Bıçak’ın “Kalbin Kandillerini Yakmak” kitabı hem tasavvuf hem de edebiyat alanında cesur bir adım.
Öykü bazen bir anı bazen bir yolculuğu yakalar. Bıçak, bir andan ziyade dikkatini yolculuğa veriyor. Nakşibendilik yolunun pîrlerinden Şah-ı Nakşibend ve Abdülhâlik-ı Gucdüvânî hazretlerinin temellerini attığı meşhur on bir kandili/esası on bir öyküyle anlatıyor. Bu esaslar; müridin kendini ve dünyayı anlamasında, kemâlat yolunda rehber niteliğinde ilkeler.
Öykü; mürşidinin “Oğul, on bir kandili bul da gel” emriyle uzun bir yolculuğa çıkan bir dervişe odaklanıyor. Derviş her adımda on bir kandilden birini heybesine alıyor. Kitaptaki on bir öykü, tek bir öyküye çıkıyor. Bu haliyle kitap aslında bir novella. Her biri ayrı başlık olan dervişin on bir adımı ve on bir kandil şu şekilde:
- Nefesi Muhafaza Etmek – Hûş Der Dem
- Adımlarına Yönelmek – Nazar Ber Kadem
- Sefer Eylemek – Sefer Der Vatan
- Halkın İçinde Hakk’ın Huzurunda Olmak – Halvet Der Encümen
- Her Daim Mevlâ’yı Hatırlamak – Yâd Kerd
- Yaratan’a Dönmek – Bâz Geşt
- Kalbin Kapısında Durmak – Nigâh Dâşt
- Hali Korumak – Yâd Dâşt
- Zamana Vâkıf Olabilmek – Vukûf-i Zamânî
- Sayıya Riayet Etmek – Vukûf-i Adedî
- Kalbin Hallerinden Haberdar Olmak – Vukûf-i Kalbî
Öykünün başından sonuna kadar sıklıkla kullanılan ve en çok dikkat çeken imge “yürümek”. Bıçak; bir tasavvuf öyküsü anlatırken, hatta tasavvufun özel sayabileceğimiz on bir esasını ele alırken yürümek imgesiyle de “seyr u sülûk”a kapı aralıyor. Yani fiziksel bir yürüyüş halindeyken dervişin başına gelenler ve çıkardığı derslerle manevi bir yolculuk içinde olduğunu okura hissettiriyor.
Daha ilk sayfada neden veya nereye diye sormadan “Sükût eyledi boynunu bükerek. Sükûttaki selâmeti bekledi” cümleleriyle dervişin pîrine olan teslimiyetine şahit oluyoruz. Anlıyoruz ki, derviş bu yolda pişecek ve yolun esaslarını bir bir yaşayarak idrak edecek. Derviş; kurtlarla dolu dağları aşarken, kasaba pazarında dolaşırken, bir çobanın sofrasına misafir olduğunda, eşkıyaların eline düştüğünde… Her adımda on bir kandilden biri can buluyor adeta. Bir durakta nefesi muhafaza etmenin ne demek olduğunu anlıyor, diğerinde kalbin kapısında durmayı tam manasıyla kavrıyor. Bıçak, soyut gibi görünen bu on bir ilkeyi dervişin somut yaşanmışlıklarıyla gözler önüne sermeye çalışıyor.
III.
Öyküde dervişin başına gelenler genelde bilindik kurgular. Derviş her adımın sonunda on bir kandilden birini derin bir tefekkür ile içselleştiriyor ve nasihatini alıyor. Aslında bu yönüyle öykü, kıssa ve menkıbe formundan da ayrı bir yerde duruyor. Çünkü menkıbelerde derin tefekkürler veya nasihatler dinlemeyiz. Daha çok okur-dinleyici olaya odaklanır. Anlatıcı kıssadaki hikmeti göze sokmadan ima eder, hisseyi ise okura-dinleyiciye bırakır.
Ayrıca on bir esas öyküye rastgele yerleştirilmemiş ama öyküde her biri bir başkasıyla yer değiştirse hiç sırıtmaz. Çünkü derviş sürekli tefekkür halindeyken on bir esastan birini düşünüp kendi nefsine nasihat ettiğinden yaşadığı olayın sıcaklığı kayboluyor ve kandil hikâyenin bir dekoru gibi kalıyor. Ve bu da on bir esasın her birinin herhangi bir başlık altında kendine yer bulabilmesine imkân sağlıyor.
Bir okur olarak öyküden beklentimiz yaşadığımız estetik deneyimle ilişkili. Estetik değeri de yalnızca seçilen konu sağlamıyor, daha çok anlatının kendisi bunu veriyor. Yani biçim, kurgu, karakter derinliği, imge ve edebi işve gibi fenomenler anlatıdaki bu estetik değeri sağlayan en başat aktörler. Biri veya birkaçı eksik ya da kusurlu olduğunda hem okur ilgisini yitirebiliyor hem de anlatının türü farklılaşabiliyor.
Bu açıdan bakıldığında “Kalbin Kandillerini Yakmak” kitabı sadece konunun çekiciliğinde kalmış gibi görünüyor. “On bir esas” günümüz öykü okurlarının ilgisini çekebilecek bir konu. Dolayısıyla böyle etkili bir konu kurmacaya dahil edildiyse okurun zihninde modern kurmaca kodlarına göre yazılmış, kılçıksız, arı duru bir anlatı beklentisi oluşuyor.
Öyküde tasavvufi kavramlar sıkça kullanılıyor. Âlem-i halk, âlem-i emir, seyr-i urûcî, asr-ı sânî bunlardan sadece birkaçı. Bu kavramları bilen sayılıdır. Elbette tasavvufi bir öyküde ilgili kavramlar olacaktır. Fakat ölçüyü kaçırmamak ya da farklı bir yol izlemek yerinde bir tercih olurdu. Çünkü okuru ön bilgilere muhtaç bırakmak sıkabilir, kitaptan ve kitabın vadettiği amaçtan uzaklaştırabilir. Mesela yoğun ıstılahların bulunduğu tasavvufi şiirler bugün yalnızca ilgilisine hitap ediyor. Bu şiir için belki kabul edilebilir ama anlatı bir kurmacaysa, hitap ettiğiniz kitle de genel okur olacaktır. Ve kurmaca okurunu araştırmaya sevk edecek kavramlar kullanmak hem öyküye hem de evrenselliğine zarar verecektir.
Roman ve öykü arasındaki farklardan biri betimleme ve tasvir farkıdır. Geniş betimlemeleri romanda, kısa ve bazı noktalara mercek tutmuş tasvirleri öyküde görürüz. “Kalbin Kandillerini Yakmak”a bir novella dersek uzun uzadıya yapılmış betimlemeleri mazur görebiliriz belki. Fakat artık “edepten dâl harfine dönen derviş”, “sükûtun fısıltıları”, “şimdi hisleri lâl, lisanı kekeme kalakalmıştı cenk meydanında” gibi romantize edilmiş tasvir ve kısır betimlemelerle modern-postmodern öykü okurlarını yakalamaya çalışmak biraz beyhude bir çaba.
Öykünün dili okur için en önemli unsurlardan biridir. Çünkü bazen kurgudaki, hikâyedeki eksiklik yazarın üslubuyla, diliyle tolere edilebilir. Kimi öykülerin dili sade, kimininki süslüdür. Bu elbette kişiye göre değişir ama genel kabul dilin sadeliğidir. Fakat sade ve yalın bir dil kurmak ise zordur. Yazarın dili, tercih ettiği üslup gereği yalınlıktan oldukça uzak, ağdalı ve süslü. Çünkü kullandığı anlatım ögeleri öyküsünü tamamen bir tasvir yumağına çeviriyor.
Yazar öyküsünde yoğun bir şekilde bilinç akışı tekniğini kullanmış. Öyküde dervişin iç monologları ve tefekkürü ile nefs tezkiyesinde bizzat yaşadığı iniş çıkışlara şahit oluyoruz. Dervişin geçtiği her merhalede öykünün yekûnunu hikmet ve nasihatler oluşturuyor. Öykünün teması ise doğal olarak hikmet. Fakat yazar, hikmet temalı bir öyküden ziyade baştan aşağı bir hikmet sunumu yapıyor, bir vaaz havasına kaçıyor. Yazar bunun yerine her şeyi bize söylemeden okurun sezgisini de hesaba katarak alegorik anlatımlar, mecazlar, semboller kullansaydı okur ve karakter arasındaki bağı güçlendirebilir, kendini aradan çıkarıp okuru öyküyle baş başa bırakabilirdi.
Modern öykülerde çokça karşılaştığımız merak unsuru ve ters köşeler bu öyküde yok. Zaten yazarın böyle bir derdi de yok gibi. Odak noktası daha çok öykünün yazılış amacı ve teması olan hikmet. Okuru öykünün sonuna kadar merak içinde bırakmak yerine kurduğu atmosferde bütün öyküye hikmet ve nasihat serpiştirmeyi seçmiş. Bu da anlatının bütününe bakıldığında okuru metnin türü hakkında şüpheye düşürüyor. Yani elinizdeki metin bir öykü mü yoksa vaaz mı, tam olarak kestiremiyorsunuz.
Yine modern öykünün yapı taşlarından biri olan ilk ve son cümlelerin/giriş ve çıkışların çarpıcılığı ile ilgili de herhangi bir kaygı sezilmiyor. İlk cümle, “Edep ziynetini taktı ve sustu derviş.” Son cümle, “Ve edeple yürüdü derviş.” Bunlar elbette yazarın bilinçli tercihleri olabilir. Fakat kurmaca ele avuca sığmayan bir tür olsa da en azından ortaya çıkan metnin ilgili türün genelgeçer kurallarına uygun olup olmadığı, okurun beğeni ve ihtiyaç düzeyi her zaman yazarı düşündürmelidir. Çünkü okurun beklentisi, okur-yazar ve okur-metin ilişkisinin sağlığı genelde bu kodlara uygunlukla paraleldir.
Kitap bugünün ürünü olduğundan bir okur olarak beklentim de dervişin günümüzden, içimizden biri olmasıydı. Dolayısıyla kurtlardan kaçmak, eşkıyaların eline düşmek veya karanlık mağarada kalmak yerine modern şehir hayatının olumsuzlukları yirmi birinci yüzyıl okuru için daha samimi ve gerçekçi olabilirdi.
IV.
Büyük bir beklentiyle okuduğum “Kalbin Kandillerini Yakmak” kitabı bana aradığımı vermese de özünde bir arayış öyküsü. Ne tam anlamıyla bir tasavvuf rehberi ne de klasik bir menkıbe. İkisi arasında duran anlamlı bir çaba. Tasavvuf gibi köklü bir geleneği, hatta on bir ilkeyi/kandili genel okura öykü formunda sunmak doğru ve tebrik edilesi bir seçim. Bu yönüyle günümüz okuruna da çok şey vadediyor. Fakat bu kitabın herkes için uygun olduğu anlamına gelmiyor. Yoğun edebi bir deneyim veya daha felsefi bir sorgulama bekleyenler aradığını bulamayabilir. Tasavvuf literatürüne aşina olmayanlar yabancılık çekebilir. Yine de günümüz telaşında tasavvufu merak edenler giriş mahiyetinde okuyabilir.
Bilal Bahadır