İsimle Ateş “Araf”ında

Tasavvuf Konulu Romanlar dosyamızın beşinci yazısını Ömer Can Coşkun yazdı: “İsimle Ateş ‘Araf’ında

***

Bakara Sûresi’nin 31. âyetinde “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” buyrulur. Bir isim koymak veya bir ismi öğrenmek, ismin karşılığı olan varlığı tanımak demektir. Dil bilimde, dilin ortaya çıkışı -ki bu bir anlamda insanın isimleri öğrenmesi demektir- ve iletişim konusu içinde “gösteren, gösterilen, gönderge” gibi kavramlara atıf yapılır. İletişimin birçok şekli var ve bu iletişim şekillerinden en yaygın olanı dil göstergeleri ile gerçekleşir. Yakından bakalım.

Gösteren: Dil göstergelerinde harflerin dizilişi veya ağızdan çıkan her bir sesin istenilen sırayla söylenmesi demektir. Örneğin k-i-t-a-p seslerinin kitap sözcüğünü oluşturacak sırayla yazılması veya söylenmesi “gösteren”dir.

Gösterilen: Dil göstergelerinde gösteren olarak söylenen veya yazılan kavramın zihinde çağrıştırdığı anlam veya şema manasına gelir. Yukarıda “gösteren” olarak ifade ettiğimiz k-i-t-a-p sesleri veya harfleri ortaya çıktığı anda zihinde -kastettiğimiz şekilde olmasa bile- bir kitap şemasının oluşması somut göstergeler için geçerlidir. İleri düzey anlatımlarda zihin soyut kavramlar için bir şema oluşturamaz, burada da ilgili soyut kavramın tanımsal şekli devreye girer. Kısaca zihin somut gösterene somut gösterilen, soyut gösterene soyut gösterilenle karşılık verir.

Gönderge: Gösteren ve gösterilenin zihinde oluşturduğu göstergenin dış dünyadaki karşılığı göndergedir. Kişi kitap göstergesine dış dünyadan zihnindeki kitap şemasına uygun bir kitabı gösterdiğinde göndergesine ulaşmış olur.

İfade etmeye çalıştığım konu aslında insanın “isimleri öğrenme”ye yani bilinen ismiyle dil gelişiminin başladığı döneme rastlar. Çocuk, ilk andan itibaren âyette işaret edildiği üzere isimleri öğrenerek hayata başlar. Bu da, kendisi dışındaki varlıkları kabul ettiği manasına gelir. Tanımını yapabildiğimiz, ismini koyduğumuz veya ismini bildiğimiz her nesne, kavram vb. varlık âleminde vardır. Bir toprak parçasını satın alıp etrafını çevirdiğimizde, satın alınan yerin nereden başlayıp nerede bittiği belirleniş olur. Sınırları belli olan yerin ismi verilmiş demektir. Buradan hareketle diyebiliriz ki bu âlem içinde ismini koyabildiğimiz ve göstergeler etrafında zihnimizde canlanabilen her şeyin sınırı çizilmiş, tanımı yapılmıştır.

Nazan Bekiroğlu’nun İsimle Ateş Arasında romanı, yukarıda bahsettiğimiz şekliyle tanımı yapılmış, ismi verilmiş, bir isimle varlık sahasına giriş yapmış kahramanların aldıkları nefesler doğrultusunda başlarına gelen olayları ve ateşe doğru gidişlerini anlatıyor. Bir yolculuk romanı gibi özetlemiş olsam da aslında “arafta kalma” romanı. Çünkü roman genel hatlarıyla varlık-yokluk, vuslat-ayrılık, güçlü-zayıf gibi zıt kavramlar arasında gidip gelen kahramanların, bu kavramlar arasındaki sıkışmışlığını anlatıyor.  İbn Sina ve İbn Tufeyl’in “Hayy bin Yakzan” kitaplarında “Oluş ve bozuluş dünyası” kavramı geçer. Bu roman için de aynı şey söylenebilir. Oluş, kahramanların ve kahramanların yaşadığı tüm mekân ve zamanların isimlerinin verildiği dönemdir. İsimleri verilen varlıklar, tüm özellikleri ile tam ve tanımlıdır. Bozuluş ise asli unsurlarını kaybeden tüm isimlerin yavaş yavaş ateşe doğru gidişinin anlatıldığı dönem olarak ifade edilebilir. Burada ateş kavramı kimi zaman gerçekten ateşi kastetse de genel itibariyle mecazi anlamda “yok”luğun karşılığıdır.

Postmodern olmasından dolayı kronolojik bir gidişatı olmayan aynı zamanda şiirsel anlatımın da önde olduğu romanı okurken olayları takip etmek için biraz çaba sarf edilmesi gerekiyor. Bazı kitaplar sessizce bir köşeye çekilerek okunmalıdır. İsimle Ateş Arasında romanı da aynı şekilde köşeye çekilmeden, otobüste, yolculukta okunacak kitaplardan değil. Bilindik bir tabirle “Ağır bir dili var” dememek için lafı bu kadar uzattım. Genelde bu şekilde bir söylem okuru romandan uzaklaştırır. Bu da romana haksızlıktır. Çünkü romanın, cümleler arasına serpiştirilmiş şifreleriyle okuru başka bir esere, menkıbeye, efsaneye, tasavvufi bir işarete doğru götürmesi açısından sağlam bir kurguya sahip.

Roman, genel itibariyle iki ana olay üzerinden ilerliyor. Birinci olay Yeniçeri Ocağı’nın kurulması ve düzenin belli sebeplerden bozulması ile aynı ocağın yıkılmasına kadar sürüyor. İkinci olay ise bir Yeniçeri olan Mansur’un idam edilmesi sonrasında Mansur’un Yeniçeri askeri olduğunu belgeleyen esâme defterinin usulsüzce Numan adlı kahramana satılması ile başlayan Numan-Nihade aşkı.

Tarihi roman özelliği gösteren eserlerde kuru bilginin peş peşe sıralanması gibi okumayı edebi zevkten uzaklaştıracak bazı durumlar yaşanabilir. Roman yazarları da bu durumu bir şekilde yetenekleri doğrultusunda aşmaya çalışır. Nazan Bekiroğlu da romanın ana iki olayından biri olan Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşu ve “Vak’a-i Hayriye”ye kadarki olayları anlatırken, şiirsel anlatımın etkisiyle kuru bilgiden kurtarmış ve bilinen bir tarihi olay olmasına rağmen merakla takip edilen bir kurgu haline getirmiş. Romanın başında I. Murad tarafından kurulan Yeniçeri Ocağı’nın temel kuralı padişaha sadakattir. “Ocak padişah içindir” anlayışı ile başlayan ve temelinde sadakat olan ocak sistemi, gittikçe bozulmaya başlamış, disiplinli bir ordu iken halka ve padişah(lar)a zulmeden bir topluluk halini almıştır. Bu bölüm eserin ismiyle baştan sona ilgilidir. I. Murad tarafından ismi verilen ve bu isimle varlık sahasına çıkan bir topluluğun, düzeni bozulmaya başladığında II. Mahmud tarafından topa tutularak/yakılarak yok edilmesi, isimle başlayan varlığın ateşle yok edilmesine ve anlatılanların isimle ateş arasında kalmasına delildir. İsim varlığın tanımı, özelliği ve aslını ifade eder. Özelliklerini kaybeden kavram artık isminin karşılığı değildir. Bu da o varlığı ateşte yanmaya/yokluğa mahkûm eder. Buradan hareketle insanın da ismi doğrultusunda yani tanımı doğrultusunda kalması gerekir. İnsan eşref-i mahlûkattır. Eşref-i mahlûkat tanımı/ismi, içerisinde bu tanımın özelliklerini koruduğu sürece geçerlidir. Bu tanımın dışına çıkmaya başladığında isminin özelliklerini gösteremeyen varlık ateşe doğru yol alır.

Romanın diğer ana olayı Numan ve Nihade aşkı demiştik. Bu aşka karşılıklı aşk demek doğru olmayabilir. Numan-Nihade meselesi, Yeniçeri Ocağı’nın bozulması olayıyla yakından ilgili. Bozulan Yeniçeri düzeninin bir tezahürü olarak ocaktan idam veya başka bir sebeple ayrılan askerlerin ocağa kayıtlı olduklarını bildiren esâme defterlerinin, ocakla ilgili olmayan insanlara satılması doğrultusunda Numan-Nihade karşılaşması yaşanmıştır. İdam edilen Yeniçeri askeri Mansur’un esâme defteri Numan’a satılmıştır. Yeniçerilerin bir zaman sonra esnaf olabilmesinden ötürü Mansur’un da bir tütsü-buhur dükkânı vardır. Esâme defterini satın alan Numan, bu dükkânın da sahibi olur. Dükkânda Mansur’un eşi Nihade’yi görür, ona âşık olur. Numan’ın Nihade ile karşılaştığı zamanda otuz üç yaşında olduğu ifade edilir. Bu, insanın en olgun halini veya cennetteki yaşını işaret etmektedir. Numan, eşi ve kızı Nur’u terk eder, Nihade ile evlenir. İlginç bir şekilde Numan’ın kızının ismini biliriz ama Nihade’den önceki eşinin ismi hiçbir yerde zikredilmez. Romanın bir bölümünde Numan’ın Nihade’den evvelki eşine yabancılaştığı söylenir. Numan, Nihade ile evlenmek istediğini ilk başta eşine bildirir ama eşi kendisini boşamasını ister. Bu olaydan hareketle bir kalpte iki sevgi olmaz gibi bir sonuca ulaşabiliriz.

Numan’ın Nihade’ye aşkı gittikçe artarken, Nihade’den aşkını ilan edecek hiçbir işaret gelmemektedir. Nihade bir gün Numan’a filbahri kokusu koklatır. Numan bir anda yaşadığı her şeyi unutur, daha doğrusu neden yaşadığını veya yaşaması gerektiğini hatırlar. Bu olay bize filbahri kokusunun hakikatin bir sembolü olduğunu gösterir. Numan da bu hatırlayıştan etkilendiği için Nihade’den kokuyu damıtmasını ister.

Numan’ın filbahri kokusunu damıtmak haricinde istediği iki şey daha vardır. Nihade’ye dört defter verir ve kendisine olan aşkını bu defterlere yazmasını ister. Kendisi de, aynı şekilde dört deftere aşkını yazacaktır. Bir diğer isteği ise Nur’a duyduğu özlemden ötürü bir çocuk doğurmasıdır. Nihade istediği hiçbir şeyi yapmaz. Israrla yazdıklarını okumasını ister Nihade’den. Nihade ise kendi defterlerini göstermez. Filbahri kokusunu sorar, cevap vermez. Numan’ın içine bir şüphe düşer. Nihade’nin odasına zorla girer ve hiçbir şey bulamaz. Nihade de evi terk eder. Numan bu olaydan sonra yıkılmak üzere olan Yeniçeri ocağına döner ve ölür. Çalıntı bir isimle başlayan hayatı hiç yeri olmadığı bir ocağın içinde, ateşte son bulur.

Numan-Nihade ilişkisinde tasavvufi göndermeler mevcuttur. Numan, kelime anlamı olarak “kan” demektir. Bir nevi dünya hayatındaki insanın yaşam kaynağı, Numan’ın ismi olarak bize verilmiştir. Nihade ise Farsça’da “konulmuş-bırakılmış” anlamlarına gelen bir ektir. “Numan’a bırakılmış” gibi bir anlamla birlikteliğe işaret edilmiştir. Numan her şeyi akılla veya işaretle görmek isteyen biridir. Bu nedenle aklın sembolüdür denilebilir. Nihade’den filbahri kokusunu damıtmasını istemesi gözle görme isteğinden, deftere aşkını yazmasını istemesi de aynı şekilde bu aşkın kanıtlarını görmek istemesinden kaynaklanır. Hatta çocuk istemesi bile bu aşkın meyvesini görmeye duyduğu özlemdendir. Aslında Numan, seyr u sülûk adabını tam olarak anlayamamış yolcuyu temsil eder. İsim varsa tanım vardır diyerek ifade ettiğim konuda Numan aşkına bir isim aramaktadır. Ama bulamayınca içine şüphe düşer. İsim bulamayan Numan şüphe ateşiyle yanarken sabırsızlaşır; sadakat ve sabırla gitmesi gereken yolda kapıları kırar, girmemesi gereken odalara girer, sonuç olarak kendini ateşe atar. Leyla ile Mecnun mesnevisinde Leyla’dan Mevla’ya ulaşan Mecnun’un gittiği yoldan gidemez Numan. Başarısız olur. Bu başarısızlığın hemen ardından da kızı Nur hastalanıp ölür. Numan yolun adabına uygun davranmadığı için “Nur”dan uzaklaşmış/uzaklaştırılmıştır.

Numan’ın hem Nihade’ye hem de kendisine dört defter alması ve bu defterlere aşkını yazmayı beklemesi de tasavvuftaki şeriat, tarikat, hakikat ve marifet kavramlarına gönderme olabilir. Çünkü Numan Nihade’ye olan aşkını defterlere yazmakta fakat Nihade defterleri boş bırakmaktadır. Numan akılla, kanıtla yola çıkmış kişinin karşılığı olduğu için ne kadar yazsa da yol alamaz. Nihade ise kalbin sembolü olarak defterleri doldurmaya gerek duymaz. Hesap kitabın olmadığı yer kalptir. Kanıta gerek yoktur. Yola kalp ile çıkılır ve yürünür. Numan hesap kitapla uğraştığından istikametten uzaklaşmıştır.

Numan’ın dilinden Nihade; karanlık, siyah gibi renk tasvirleriyle ifade edilir. Bu renk anlatımından hareketle siyah (esved/sevda) kelimeleri ile tasavvufi bazı anlamlara ulaşılır. Halvetilerde siyah renk nefs-i mutmainnenin sembolüdür. Bu açıdan Numan’ın tatmin olmuş, şüphesi kalmamış nefse ulaşmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Siyah, diğer tüm renkleri içinde barındıran bir renk olduğu için insan-ı kâmilin de sembolüdür. Siyah renk aynı zamanda hiçlik, yokluk gibi kavramları da karşılar. Dolayısıyla Nihade’nin siyahlar içindeki sembolik varlığı Numan’ın ulaşmak istediği insan-ı kâmil sıfatına işaret etmektedir. Bu makama ulaşamayan Numan şüphe krizinde kaldığı için mutmain olamamıştır. Numan’ın yok olmasından sonra Padişah emriyle tütsü satın almak için gelinen dükkânda Nihade ile son kez karşılaşırız. Tütsü almaya gelen görevliye filbahri kokusunu teslim eder. Yani Numan fânidir. Filbahrinin dağıttığı hakikat kokusu ise bâki.

Roman yukarıda anlatılan iki olayın kesiştiği noktada, isimden başlayan ve ateşe doğru giden isim ve ateş arasında arafta kalmışların romanıdır. Tüm hikâyelerin temelinde insanın yolculuğu ve bu yolcuğu esnasında verdiği kararların sonucunda başarısızlık ve bozulma söz konusudur. Yeniçeri Ocağı’nın yıkılması bir Vak’a-i Hayriye olarak sunulmuşken, aslında tümüyle bozulan devlet yönetiminin sadece bir ayağı olan ocağın tek suçluymuş gibi yıkılması hayırlı olay gibi görünmemekte hatta yanlış isimle anılmaktadır. Buradan hareketle ismin de sınırı doğru çizilmemiş, olaya yanlış isim verilmiştir. Aynı şekilde Numan’ın kalbine yönelmeden hakikati öğrenmeye çalışması da başarısız bir seyr u sülûk denemesidir. Yanlış yerde aramak da yanlış isim vermekle eştir çünkü. Nazan Bekiroğlu divan edebiyatı döneminde yazılmış tüm mesnevilerin -ortalama düzeyde- kahramanlarının başarıya ulaşmasıyla sonuçlanan olay örgülerine ters bir kurguyla okurun karşısına çıkmıştır. Leyla ile Mecnun, Hüsn ü Aşk, Mantıku’t-tayr gibi mesnevilerde âşıklar bir şekilde bir yolculuğa çıkar ve sonuçta mecazi aşktan ilahi aşka ulaşır. Bu metinlerin ortak noktası okuru seyr u sülûk yoluna yöneltmektir. İsimle Ateş Arasında romanında ise Numan yolu yanlış anlamış bir kahraman olarak mesnevilerde geçen kahramanların tersidir. Tabii ki yola nasıl çıkılacağını anlatmak kadar nasıl çıkılmayacağını anlatmak da bir öğretme biçimidir. Bu amaçla İsimle Ateş Arasında romanı Yeniçeri Ocağı’nın bozulması, Numan’ın aşk ve istikamet konusundaki sabırsızlığı ve içerdiği diğer küçük hikâyeleri ile isimleriyle müsemma kahramanların gittikçe isimlerinden uzaklaşmaları, bozulmaları, anlamını yitirmelerine işaret ederek asıl olanın ismi korumak olduğunu gösterir. Yeniçeri Ocağı’ndaki her Yeniçeri için açılan esâme defterinde yazılı olduğu gibi, kim olduğumuz, ne iş yaptığımız, neyle meşgul olduğumuzun yazılı olduğu defterler ile doğuyoruz. Defterdeki ismi koruyup korumamak ise dünya hayatındaki sınava denk geliyor.

 

Ömer Can Coşkun

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir