Akşam yatarken aynada gördüğüm yüzü, uyandığımda tanıyamadığım sabahlarım oldu. Ruhum beş parçaya bölündüğünde, bugün de ölmedim, bugün de Azrail gelmedi, hayırlısıyla bir ölseydik, dediğim günler oldu. Üstelik ölümü temenni etmenin hoş bir şey olmadığını bile bile yaptım bunu. Şair fazlaca iyimser değilse, “yolun ortası”na yaklaştım. Otuz yaşıma erdim. Geçmişte yaptığım her şey çok çocukça gelse de yeni bir dinginliğe, iç huzuruna eriştim. Şimdi, ajandama düştüğüm bir notu anımsıyorum.“Hayat, bizi bekleyenler ve bizim beklediklerimiz arasında gidip gelen bir sarkaçtır.” Öldüğümde ne beklediğim olacak ne de beni bir bekleyen. Huzurla yaşayamadım ama huzurla ölebilirim.
Bu el kadar vesika, vasiyetimdir.
Tek varlığım olan kitaplardan Büyük İslâm İlmihâli ve tasavvuf klasikleri haricindeki bütün kitapları yakın. Benden sonra bir kişinin dâhi onları okuyup kafa karışıklığı, gönül çetrefilliği ve cevapsız soruların ilmiğinde yaşamasına gönlüm razı değil. Yıllardır kahrımı çeken masamı, kalemlerimi, not defterlerimi, günlüğümü ve masanın üzerinde aksesuar olarak duran bütün eşyaları da yakıp imha edin. Kullandığım eşyalar benim mahremimdir. Kimse mahremimi çiğnemesin.
Evimin anahtarlarını birbirini gerçekten seven, birbirinin kahrını çekmeyi göze alan, birbiri için birçok şeyden vazgeçebilen, evlendikten sonra sosyal medya ve akıllı telefon kullanmayacak, evine televizyon sokmayacak iki âşık gence verin. Çocuklarının isimleri Yahyâ ile Gülce olsun. Odalara sinen yalnızlığımın kasveti, çocuk cıvıltıları ile neşeye dönsün. Bu kıstaslarda birilerini bulamazsanız kapsını bir kilit vurun ve mahşere kadar bir daha açmayın. Ev, kendi yalnızlığının girdabında boğulsun.
Baba, senden ilk ve son isteğim: annemin elinden tutup hacca götür. Onu yapamazsan en azından ahir ömründe bir kez umreye götür kadıncağızı.
Kardeşim, hayatım boyunca defaatle yapmak isteyip de beceremediğim şeyi, telefonu duvara çarpıp parçalara ayırma işini de sana bırakıyorum.
Sevdiğimi iddia ettiğim kadın ya da beni sevdiğini iddia eden kadınlar, ben öldükten sonra bir saatten fazla yaşarlarsa lütfen evlenip gözlerin nuru, gönüllerinin süruru olacak çocuklar dünyaya getirsinler. Eğer hayat benden sonra da devam edecekse iki taraf da iddiasında yalancıdır.
Alacak-verecek ve defin işleri ile asker ve yol arkadaşım Kadir Us ilgilensin. Şüphesiz ki ödenmeyecek tek borcum anneme karşı olanıdır. Ne zaman dışarıda bir şeyler yesem, hesabı ödemek içim kasaya yöneldiğimde ödediğim miktar kadar anneme borçlandığımı düşünürdüm. Sahi, evli adamlar da hanımları için aynı şeyleri düşünürler mi? Neyse, bu konuya hiç girmeyelim. Kadir, saçlarımı ve sakallarımı güzel bir şekilde tıraş et, dağınıklığımı toparla. Annem yaşadığım zaman göremedi, bari öldüğümde cesedimi yakışıklı görsün ve yüzüme son bakan fâni, annem olsun.
Cenaze namazım Kurtuba Ulu Camiî’nde kılınsın ve namazımı Ebubekir Sifil hoca kıldırsın. Hocanın hemen ardında Sezai Karakoç da bulunsun. Cenaze namazı sonrası Üstad mikrofonu eline alsın ve “Benim çektiğim sızının binde birini bile çekmedi ama benden önce öldü. ‘Biz seni işte böyle seviyoruz Leylâ’ mısrâının altında ezildi.” diyerek hakikati ölü bedenime çarpsın.
Mezarımı Şiraz’da, Hafız’ın yakınlarında bir yere kazın ve beni oraya defnedin. İlk kırk gün sabah namazından öğle namazına kadar mezarımın başında Kur’an-ı Kerîm okunsun. Öğleden ikindiye kadar Mevlid-i Şerîf, ikindiden akşam namazına kadar yanık sesli bir Farisî Hafız’ın şiirlerini okusun. Güneş battıktan sonra yalnızca ay ve yıldızlarla baş başa kalmak istiyorum. Kırk günün sonunda bir daha ismim hiç anılmasın.
Mezar taşım mümkünse mermerden olmasın. Bir tahta parçası çakın ve üzerine:“Annesine hayırlı bir evlât olmak istedi, olamadı.” yazılsın. Yağan her yağmurla tahta çürüyüp toprağa, benim adım da yokluğa karışsın.
Şu dünya üzerinde özleyeceğim tek şey: Küçük bir çocuğun gülüşüdür.
Hoşça kal dünya. Merhaba ahiret.
Celal Kuru
6 Yorum