Kartaldan Gebze-Harem minibüslerine biniyorum. Bir çılgınlık yapıp bütün İstanbul’un havası ile kafa bulmuş boş suratlara bir inkılap tadında gülümsüyorum.
“Bir Pendik uzatır mısınız?”
“Hooop bu gülüş nereye? Bir sorunun mu var? Varsa bilelim hanımefendi. Biz burada gülenleri sevmeyiz. Yoksa bize savaş mı ilan ediyorsun?”
“Ne münasebet efendim! Sizinle savaşmak isterdim ama görüyorum ki benimle savaşmak için yeterince güçsüz değilsiniz. Afedersiniz.”
Gülümsemek bencil toplumlarda nadir görülen hastalıklardan biridir. Belirtileri aşırı sıkılma, yüz kaslarının ağrıması (İnsanılar surat asarken 43, gülümserken 17 adet kas çalıştırır.) ya da yakın zamanda tatile çıkma gibi şeyler. Maalesef İstanbul’da bulaşıcı reaksiyonlar bulunmamakta. Aksine bu şehrin insanları gülümseyene racon keser, kafa keser, bilek keser… Keser yani.
Sonra aralara sıkışmaya çalışıyorum. Camları açtırmıyor teyzemler. Bizim Afrika sıcaklarından ölmemiz onların cereyandan ölmemesinden daha efdal geliyor. Burun kıvırıp beton yığınını görebileceğim bir ara arıyorum. Bulutlara bakıyorum, sık sık içim “of” çekiyor. Ben değil. Ben diye bir şey yok İstanbul’da. İstanbul zulüm.
“Herkese benden bir şiir” demek istiyorum. Altını çizdiğim yerleri insanlarla paylaşmak istiyorum. Saçmalamak istiyorum. Hem de alabildiğine. Ben saçmalarım ama toplum buna hazır değil.
Kulaklığın kablolarını bir elimle çözmeye çalışıyorum. Nihayet kulaklığımı takıyorum kulaklarıma.
Dinlediğim şarkı, delirmem için yeterli imkânları sunuyor bana. Delirsem mi acaba? Deliler özgürdür ya hani. Sabah simit arabalarına sataşırım, minibüs durdurur “Pardon şoför bey acaba minibüsünüzde hayallerime de yer ayırır mısınız?” gibi mürteci isteklerimi sunarım. Suriyelilere döner ısmarlar, sonra da kaçarım. Aman, şimdi kim uğraşacak delirmekle. Ben bu şehirde delirmeyi bile organize ve planlı olarak eyleme dönüştürürüm. Hem babaannem ne der sonra. Düşünmek bile yorucu geliyor bu şehirde. Sen düşünme, belediye düşünsün. Çukurlar açsın göğsünde belediye. Not yazsın “Topluma verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü af ve mağfiret dileriz.”
İnsanların arasında kayboluyorum.
Gözlüklerim ve ben.
Herkesten çok derdim varmış gibi bencil düşüncelere kapılıyorum. Sonra minibüs fren yapıyor yanımdaki bey amca üstüme devrilip tutunamayanlara dâhil oluyor. Gözlüklerimin cama yapışması ile kendime geliyorum.
Uyuyunca geçer mi acaba bu şehrin zatürresi üstümden. Tatlı mı gerçekten rüyalar? Pablo Picasso gibi bu dünyada tekrar yaşamak istediğim anların, rüyalarım olduğunu mu düşünüyorum yoksa?
Arkadaşım aradı az önce.
“E, heyecanlı mısın?” diyor. Sebebini soruyorum.
“Yarın doğum günün ya hani!”
“Neden heyecanlanayım canım bir daha mı doğacağım sanki. Yine dünün aynısı. Hem bu şehre bir ben daha fazla” diyorum. Gülüyor, susuyor, sonra anlıyorum bu şehre bir ben zaten fazla.
Bence bu şehir, son kullanma tarihini doldurmuş. Bu şehrin taşı toprağı insan olmuş.
Yağmur yağıyor, günah çıkarıyor İstanbul.
İnsan pasını siliyor.
Fonda İstanbul trafiği ben köyüme gidiyorum.
Melike Dadak
2 Yorum