Her zamankinden farklıydı İdris Abi. Çay ocağına girişi, insanlarla konuşması değişmişti. Eskiden olsa kapıdan girdiği anda yüksek sesle bir “Selaaamın aleyküüüüm!” bırakırdı ortaya. İçerdekilerin tümü de aynı yüksek sesle karşılığını verirdi selamına. Hemen boş bulduğu bir yere oturur, ardından sigara paketini çıkarır, iki parmağı arasına aldığı sigarasını yakmadan evvel “Bir çay kapın gelin bakayım!” diye bağırarak ocağa en yakın kişiden çayını isterdi. Çayına bir şeker attıktan sonra karıştırıp dipte dönen şeker kalıntılarını seyrederken yakardı sigarasını. Ve sanki saatlerdir orada oturuyormuş gibi hiç yadırgamadan katılırdı muhabbete. Bilmediği bir şey olursa dikkatle dinler, kendisine sorulan bir şey olduğunda veya bildiği bir konuda konuşurken renkli gözlerini kocaman açar, uzun uzun konuşur; sigarasının o sırada yanıp bittiğini, çayının soğuduğunu dahi unuturdu.
Şimdiyse uzun yıllar çalışıp didinmiş, insanlarla uğraşa uğraşa onlardan bıkmış ve emekliliği gelince de hiç beklemeden emekli olmuş, insanlardan uzakta inzivaya çekilmiş yaşlı bir adam gibi davranıyordu. Artık yüksek sesle verilen selamın yerini elini göğsüne koyup, gözlerini hafifçe yumarak kısık sesle verilen selamlar almıştı. Kapıdan girdikten hemen sonra başını kaldırıp kendisine en uygun, kimsenin onu rahatsız edemeyeceği bir yer arıyor, bulduğu anda da başını önüne eğerek oturacağı yere doğru yavaş adımlarla yürüyordu. Eliyle çay istediğini gösteren bir işaret yapıyor. Çayı beklemeden sigarasını yakmış oluyordu. Kalabalıktan çay geç gelirse aldırmıyor, o çay gelene kadar kim bilir kaçıncı sigarasını ciğerlerine gömmüş oluyordu.
Günde bir paket içilen sigara ikiye çıkmış, içtiği çaylardaki dem oranı artmıştı. İnce belli bardakta gelen çay birkaç yudumda bitiyordu. Sanki çivi çiviyi söker hesabıyla içinde yanan ateşe, ateşle karşılık veriyordu. Dudaklarından dökülen dumanlar sigaradan mı yoksa içinde yanan ateşten miydi, bilemedim.
Birkaç haftadır süregelen bu durumu çay ocağı ahalisi normal karşıladı. Yaşananlar etkiledi İdris Abi’yi yakında düzelir, diyerek yanına çok ilişmediler. Aslında ben de öyle düşünüyordum. Çünkü İdris Abi’nin değiştiği zamanlar 15 Temmuz’dan hemen sonrasına denk geliyordu. O zamana kadar helikopter veya bir savaş uçağını sadece TRT’de yayımlanan, silahlı kuvvetlere ait bir belgeselde görebilecek Anadolu insanı, aynı araçların sivil halkın tepesinde gezdiğini görmüştü. Tankların, ağır silahların yıkıcı etkilerini yine aynı belgesellerde görmüşlerdi sadece. Fakat helikopterler, uçaklar, tanklar üzerlerine taş atan, inin aşağı, diye bağıran silahsız olduğu halde üzerlerine yürüyen Anadolu insanını ilk kez görüyor, şaşkınlıkla ve korkuyla seyrediyordu.
Gece nöbetleri hariç hayat en azından gündüzleri normale dönmüştü. İdris Abi de bizimle birlikte meydanlardaydı ama aynı düşünceli tavırla. Ve benim beynime birkaç merak böceği musallat oluyordu. Kendi aklımla çözemediğim ve söndüremediğim merakım bir süre sonra asılsız düşüncelere sevk ediyordu beni. Bir akrabasını veya arkadaşını mı kaybetti o gece? Belki de ölümüm kıyısından döndü ve etkisinden kurtulamadı. En ağırı düşüncem başköşeye oturuyordu. Benim aklımda sakladığım, birkaç kendini bilmezin dedikodu malzemesi olmuştu bile:
“Belki de o gece çıkmadı, çıkamadı sokağa, bu nedenle ağır bir vicdan azabı duyuyor, içi sızım sızım sızlıyordur.”
Bu düşünceler beynimde gezinirken kapıdan girdi içeri. Boş bir yer bulup oturdu. İstediği demde bir çayı kaptım, götürdüm masasına. İzin istemeden de oturdum. Başını hafif kaldırdı, yüzüme baktı, tekrar eğdi. Bir anda sormak geldi içimden. Sonra vazgeçtim. Ani bir tokat aynı ağırlıkta bir karşı tokada mahal verir. Ben de yavaş yavaş girmek istedim konuya.
– İdris Abi!
Başını kaldırdı, ama ses vermedi.
– Abi, son günlerde bir hal var sende. Arkadaşlar, geçer birkaç güne, diyerek ilişmediler yanına.
Sigarasını derin derin çekti içine. Sonra da bıraktı. Ortalığı bembeyaz bir duman kapladı.
– Abi, güleç yüzünden eser yok. Bu olaylardan sonra bir şeyler oldu sana. Kaldıramadığın bir yük var üzerinde, başın yerden kalkmıyor.
Sigarasını küllüğe bastırdı, hemen ardından yenisini yaktı. Gözleri doldu hafiften. Dumandandır diye düşündüm.
– Doğru, dedi. İnsan kaldıramıyor. Azap duyuyor.
Tahmin edilenler doğru diye düşündüm. İdris Abi bir nedenden sokağa çıkamamıştı demek. Teselli amaçlı birkaç söz söylemek istedim çok da beceremedim:
– Dert etme, diyeceğim ama yükü çeken sensin. O gece sokağa çıkmamanın…
– Ne sokağa çıkmaması!
Gözleri sinirle büyüdü.
– Ben o gece sokaktaydım. Meydanı onlara bırakır mıyım hiç?
Sinirini hafifletmek için birkaç nefes daha çekti sigarasından. Gözlerini tavana dikti. Elleri titriyordu. Hiç ses çıkarmadım. Ortada yanlış anlaşılan şeyler vardır diye. Daha doğrusu bilmeden yanlış bir yere sürüklemek istemedim mevzuyu. Birkaç dakika sonra sakinleştiğinde dahi bir cümle etmedim. Masaya bıraktığı efkâr kokan nefeslerinden, sıcak çay bardağına sarılmalarından, üst üste yakılan sigaralardan anlıyordum ki içindeki zehri tutamıyordu. En azından birazını akıtmak biraz rahatlamak istiyordu. Fakat bu zehrin ortaya çıkaracaklarından da utanıyor gibiydi. Bir süre sonra kaldırdı başını. Bardağını sigarasını masaya bıraktı. Gözlerini dikti gözlerime.
– O gece sokaklardaydık, herkes gibi. İşgalin ortasında kalmış gibiydik. Tanklar, helikopterler…
Bunları söylerken sanki o anı yaşıyor gibi başını kaldırdı tavanda gezdirdi gözlerini.
– Sonra… bir anda… ateş açıldı üzerimize…
Yutkundu. Hatta görenler boğazına yutamayacağı bir şeyin takıldığını düşünebilirdi. Çünkü yutkunması bitmedi. Birkaç defa daha yutkundu.
– …ateş açıldı üzerimize… Ben bir-iki adım attım… ama geriye… kaçar gibi… ama kaçmadım… valla kaçmadım… ama… gururuma çok dokundu.
Ömer Can Coşkun
3 Yorum