Var olmanın ağırlığını yokluğa tercih eder hale gelmiş dünyada, esaslı yoldaşlar lazım insana, dünyayı böyle algılamanın hata ve yanlış olduğunu göstermek için. Varlığın her zaman yokluktan üstün olduğunu, tecelliye gelmiş olmanın olmamak ile karşılaştırılamayacağını hatırlatmak ve insan olmanın acıdan kendine bir yol bulmak olduğunu haykırmak için…
Kelimelerden oluşan bir hapishaneden sesleniyorum. Hayalin, hayatı yaşanılır kıldığını biliyor yine de hayal kurmaktan kaçınıyorum. Her gittiğim yerde kendimi bırakmaktan hâlâ vazgeçmedim. Parçaların bütünü oluşturmayacağı o günü bekliyorum. Çünkü bütünde, parçaların toplamından fazla bir şey olduğunu bilmek istemiyorum. Umut işte, hayalin çocuğu ama dediğim gibi hayal kurmak değil hayal kırmak gibi bir derdin içinde buldum kendimi. Madem iradi bir karar değil, bir bulma hali, o halde haydi beraber kıralım hayalleri.
Aynı yolu kırk yıl boyunca kırk yıl defa yürüdüm, diye bir cümle kursam hangi hayalimi kırmış olurum acaba? Kırk yıl boyunca yolu aşındırmanın bir kıymeti olmalı. Eskiyen ayakkabıların, yorulan bacakların ve usanan kalbin… İbn Atâullah el-İskenderî hazretlerinin bir hikmeti geliyor nedense aklıma: “Nice günahkârlar vardır ki, kalplerinin kırık olması affedilmelerini sağlamıştır.” Yine “kırık” kelimesi düştü heybeme… Bazen insanın kırık dökük bir cümle olduğunu düşünmüyor da değilim. Tek çabamız bu cümleyi kurallı ve anlamlı bir hale getirebilmekten ibaret. Çünkü beğenilmek gibi kahrolası bir derde müptelayız. Egomuzun tatmin edilmesi gerek. İşaret edilmemiz…
Üniversitedeyken bir çatı katı kiralamıştım ve yalnız kalıyordum. Tek odalı bir daireydi. Akşamları o çatı katının penceresinden Trabzon’un tepelerine bakardım. Her insanın bir çatı katı olduğunu bilmez değilim. Anlaşamamamızın sebebi de bu. Kimse kimseye direk bakamıyor. “Nazar manzarayı doğuruyor.” Baktıkça değiştiriyorum gözlerimin değdiği nesneyi ve hatta insanı, insanları… Yetinmiyor, dünyayı değiştiriyorum. Değiştirmek büyük bir haz veriyor insana. Yenildiğini kabul etmemeyi sağlıyor ilk başta. Sonra tespih kopuyor ve taneleri dağılıyor dört bir yana… Aynı insan gibi…
İşte o çatı katında kaldığım günlerden birinde, diye bir cümle kurmak ve başımdan geçen çok ilginç bir anıyı anlatmak isterdim ama yok. Öyle bir anı olmadı. O sene boyunca yalnızlık ve can sıkıntısı biriktirdim. Derslerin ikisi hariç hepsinden de kaldım üstüne üstelik. Gerçi buna hiç üzülmedim. Çünkü insan kalan bir şeydi. Dersler kalmış çok mu! O çatı katında hiç mi aydınlanma yaşamadım, elbette yaşadım. İrfan denizinin dalgalarında sırılsıklam olmadıysam da ıslandım ama ne yazık ki herkesin başına gelen benim başıma da geldi: Kurudum. Kazandıklarımı bir bir kaybettim. Ve bunlar yaşadıkça yani eskidikçe oldu. Daha açık söyleyecek olursam; dünyaya alıştıkça oldu her ne oldu ise. Anladım, alışmak insanın ölümüymüş. Belki de sadece bunu anlamak için bu süreçlerden geçmem gerekiyordu. Açıkçası bilmiyorum. Hocam “Filozof bildikçe ölür, derviş öldükçe bilir” diyor. Dünyaya alışan ise ne bilebiliyor ne de ölebiliyor.
Sulhi Ceylan
6 Yorum