Ahşabın ve yeşilin süslediği ince uzun, kıvrımlı sokakların boşluğunda kendimi bulduğumu sanırım. Her ne hikmetse, bu sokaklarla kendimi özdeşleştiririm. Ciğerlerim açılır, ruhum hafifler, düşünce yetim artar. Sanki yıllardır burada oturuyorum da benim bile haberim yokmuş gibi sokağı ve evleri hemencecik sahiplenir, ne yadırgama hissederim, ne de yabancılık çekerim.
Tam kestiremiyorum ama, sanki hoşuma giden insanların doğayı sadece barınma amaçlı kullanması. Bu sokakların insanı doğandan koparmayan, hayvan barınağı gibi üst üste yaşama hapsetmeyen dokusu var. Buram buram samimiyet kokuyor. Kendini yaşamdan izole etmiş koca duvarları yok.
Sokağın ekseriyeti ahşap ve klasik mimariye sahip. Sokağa ilk girildiğinde, büyüklüklerinden dolayı, cumbalı evler dikkat çekiyor. Mütevazı ve bir o kadar da şık duruyorlar. Evler ve sokak biraz daha geniş ya da dar olsa bütün büyüsü bozulacakmış gibiler. Ardı sıra göz, yeşil tonlara doğru kayıyor. Gözün yoğunlaşması kısa süreliğine kırılıyor, dikkat dağılıyor. Yeşilin birkaç tonunu barındırmak, sokağa efsunlu bir tat katmış. İnsanı, içine çeken hava teneffüs ediliyor.
Yerden yüksekçe, ahşap bir ev. Kapıyla yer arasında üç beş basamaklık mesafe var. Birkaç tahtası çürümeye yüz tutmuş. Eski ama heybetli duruyor. Büyüklüğü insanı korkutacak cinsten değil. Güven havası var. Babayiğit bir ev yani! Uzunca da kapısı var; tokmakları ona keza. Kapıda küçücük bir anahtar yeri var. Dikkat edilmese görülmeyecek.
Ev biraz hüzünlü duruyor: Tahtaları kararmış, birkaçı çürümüş. Pencerelere bakarken, isli beyazın hâkim olduğu perdeler dikkatimi çekti.
Eşikte, kapının heybetine sığınmış, güven içinde oturduğunu hissettiğim küçücük, sarımtırak bir kedi duruyor. Önünde durunca, baştan aşağı beni süzdü. Sonra, bekleyişimden tedirgin olsa gerek, kaçıp gitti.
Bitişiğindeki ev ise cumbalı. Ahşap eve nazaran kapısı küçük, fakat pencereleri büyük. Sokağa bakan cephede, aynı büyüklükte üç penceresi var. Pencereleri incelerken iki meraklı gözle karşılaştım. Siyah saçlı, yuvarlak yüz hatlarına sahip, iri kara gözleri olan küçük, esmer bir kız. Pencereden sarkan ay gibi çehresiyle gülümsüyordu.
Sokağın başında, sağa kıvrılan eğimden aşağıya yönelince seyyar bir satıcıyla karşılaştım. Üzerinde üç dört çeşit meyve sattığı, mavi örtülü, köşesinde yeşilliklerin olduğu arabasını yokuşta ittiriyordu. Arabanın arkasında iki büklüm olmuştu. Göz göze geldik. Hemen gözlerini kaçırdı. Donuk yüz hatları dikkatimi çekmişti. Tepkisiz ifadesini keskin bakışları tamamlıyordu.
İlk bakışta satıcının, mesleğin insan mahiyetinin önüne geçtiği toplumumuzda, kendini gereksiz hissettiğini düşündüm. Kim bilir ne hayalleri vardı ya da şimdi kendinin nerede olması gerektiğini düşünüyordu? Bilemiyorum. İnsan, ya yaptıklarına, ya yapmadıklarına pişman zaten! Çok takılmadım, yoluma yani hayatın akışına devam ettim. Hem kim akışından kaçabilmiş ki?