Distopyadan Ütopyaya

Kasvetli bir dünyada açtım gözlerimi. Birilerinin, sisteme çomak soktuğu belliydi.

Yanımda, öncesinde pek tanımadığım biriyle amaçsızca yürüyorduk. Adımlarımız sıktı. Acelemiz vardı fakat yine de hal ve hareketlerimizle birbirimize güven ve sükûn vermeye çalıştığımız her halimizden belliydi. Yüzlerimizde gergin bir gülümsemeyle bir şeylerden bahsediyorduk. Etrafımızdaki loşluk ve karmaşadan olabildiğince bağımsızmışız gibi davranmaya çalışıyorduk. Koşanlar, öylece dumura uğramış gibi etrafı süzenler, savrulmuş ruhlar, hedefsiz gidip gelmeler…

Yanımdaki, uzun boylu, genç, sakalları yeni çıkmış beyaz tenli bir erkekti. Fakat özgüven problemi olduğu duruşundan belliydi. Bu ortamda ona dair böyle bir ayrıntıyı niçin fark etmiştim? O anda en büyük derdim o muydu? Bu, bir tür içerisine düştüğüm gerçekliği kabulden kaçış yolum olabilirdi. Sonra birden bu gencin göğüslerinin olduğunu fark ettim. Sanki iki cinsiyeti de bedeninde barındırıyor gibiydi. Evrimsel tuhaf bir ara form gibi… Neden sonra bankamatik gibi bir yerin önünde oluşmuş kısa bir kuyruğun ardında durduk. Savaş mı çıkmıştı? Seferberlik mi ilân edilmişti? Paraya mı ihtiyacımız vardı? Burası neresiydi? Hiçbir sorunun net bir cevabı yoktu. Belirsizlik… Bu dünyaya ve zamana, en büyük korkum olan belirsizlik hâkimdi.

Baktım gence ve şöyle dedim: “Herhangi bir sağlık sorunun olmadığı halde kambur duruyorsun. Acaba özgüven eksikliği belirten bu duruşunda göğüslerinden utanma gibi bir his mi taşıyorsun içten içe?” Birden doğruldu: “Evet, kesinlikle öyle,” dedi, “çocukluğumdan beri hem de…” Gülümsemeye çalıştım. “Kendimden biliyorum,” dedim, “ben de çocukluğumdan beri dış görünüşümle sorunu olanlardanım ve bu duruşu nerede görsem tanırım.”

Ne oldu? O genç nereye gitti? Ben nasıl oldu da bu tuhaf, kocaman, terk edilmiş boş binaya geldim, hatırlamıyordum. O an tek bildiğim şey, sıradan halktan insanlarla buraya sığınmış gibi bir halimizin olduğuydu. Annem neredeydi? Kardeşim, yeğenim, babam? Babam ölmüştü. Bunu biliyordum. Peki ya ailemin geri kalanı? Neyden kaçıyorduk? Bu binadakilerin sorunu neydi? Kimileri alt kata koşturuyordu kimileri üst katlara. Pijamalı, saçları başları dağılmış olanlar vardı ve en çok da onların bu görünümleri beni korkutuyordu. Çünkü olan her ne ise bu durumu, onların bu dış görünüşlerindeki kılıksızlık, dağınıklık çok güzel özetliyordu. Onlardan kaçmak istiyordum. Mağdurdan kaçma isteği… Sanki böylelikle sorun hallolacakmış gibi… Evet, içimdeki duygu buydu. Artık o gençle birlikteykenki “her şey yolunda” rolünde değildim. Kendimi dışarıdan gözlemleme imkânım yoktu fakat belki de ben de bu savrulmuş et ve kemik yığınlarından sadece biriydim.

Bir kız geldi yanıma. Az önceki gençle oynadığımız oyunu oynuyordu sanki. Tanıyor muydum onu? Hiçbir şeyden olmadığı gibi bundan da emin değildim. Yine berraklıktan uzak bir emin olamama hali… Bir şeyler söyleyerek beni kendisiyle alt kata gelmem için çağırdı. Gülümsememi takınarak yanında yürümeye koyuldum. Bir teyzesi mi ne varmış, o mu gelmiş, yiyecek bir şeyler mi varmış, ne dediğini hatırlamıyordum. Ama istekli adımlarımla ve kendimin bile duymadığım bir sohbet eşliğinde yürüyordum. Belki de bu, o an için bir amaca, bir hedefe, kesinliğe, netliğe olan açlığımın göstergesiydi. Mantıklı bir sebep olmalıydı beni harekete geçiren veya durduran. Mantıklı mı? Hayır, mantıklı olmasına gerek yoktu. Bir sebep olması yeterliydi. Ama bu boyuttaki dünyada sebep-sonuç ilişkisinin zinciri, pek kudretli bir el tarafından kopartılıvermiş gibiydi. Öyle bir kudretli el ki insana güven veren en küçük bir ayrıntı bile avlayamıyordu yuvalarında deli gibi dönmekte olan gözlerim.

Kız kimdi? Şimdi nereye gitmişti? Ben neden binayı terk etmiştim ki? Yanımdaki yüzünü gördüğümden bile emin olamadığım fakat tanıdığıma yemin edebileceğim bedensiz ruh da kimin nesiydi? Neden yanımdakileri birer birer yitiriyordum? Büyük bir alana yığılmış bir sürü insandan biriydim. İşte burası, durumun vehametini bana bildiren en belirgin sahneydi. Alanın ön tarafında bir şeyler oluyordu fakat kalabalık kuyruktan dolayı bir şey göremiyor, sadece burada bulunmamız gerektiğini anlıyordum. Anlamak… Anlamlandırmaya çalışmak… Öyle boş çabalardı ki bunlar!

Alanın sol tarafında ise bir bariyer oluşturmuş şekilde tel örgülerle çevrilmiş bir sınır var gibiydi. Yanan gazete ve lastik gibi nesneler dikkatimi çekti. Birileri çığlık çığlığa koşturuyor, kaçıyordu. Ben afallamış bir şekilde etrafı izliyordum sadece. O esnada sıralarımızı bozmamamız gerektiğini anladım. Sanki bir yerlerden belirsiz komutlar veriliyordu da bu komutlar direkt olarak herhangi bir sese ihtiyaç duyulmadan beyinlerimiz tarafından algılanıyordu.

Neden sonra kollar omuzlara koyulmak suretiyle hizalama yapmaya başladı insanlar. Fakat sanki böyle yapmamamız gerekiyordu. Sonra yana açıldı kollar. Bu hizalama çalışmaları, hepten bozdu işi. Öyle bir şeydi ki ne düzen oturtulmaya çalışılsa bu, daha da büyük bir karmaşa ve kaosa sebebiyet veriyordu. Yoksa beyinlerimize bile komut verebilen bu yüce kudret, kararsız, ne yaptığını tam olarak bilmeyen biri miydi? Yoksa bilerek ve isteyerek mi herkese farklı bir emir vererek bilinçli bir felaket doğuruyordu? Yaşadığım, alıştığım dünyanın üzerine kurulduğu fizik ve mantık esaslarının hiçbiri yoktu sanki burada. Sanki ateş yakmaz, su kaldırmaz, yer çekmez gibi bir gerçeklik vardı burada.

Çok geçmeden, meydandan bir ürpertiyle insanlar dağılmaya başladıklarında, sokakta yaşayan bir adam kılığındaki birine ilişti gözüm. Battaniye gibi bir şeye sarılmış, yanına yaktığı ateşle anlamlı bir bütünlük kurmuştu. Hele şükür, bir bütünlük vardı! Tel örgülerin önündeydi. Sabit bir şekilde oturuyordu ancak nasıl olduğunu açıklayamasam da kalabalığın arasında o kadar mesafeden, gözlerinden görüp anlayabildiğim şey, adamın ruhunun delice bir hız ve aksiyonla kaçıyor olduğuydu. Yanında diktiği pankartta ise şunlar yazılıydı: “Savaşacaksak birlik olmamız gerek!

Savaşacaksak mı? Yani “Savaşmak için birlik olmamız gerek!” değil de savaşacaksak… İşte bu beni, yaşadığım tüm diğer şeylerden çok daha büyük bir ümitsizliğe terk etmişti. Çünkü bu dünyaya öyle bir belirsizlik hâkimdi ki tek bir ruh bile kendi eylem ve düşüncelerinde kararlı değildi. Savaşacaksak… Ama bir yandan da rahatlamıştım. Çünkü birileri savaşmak gibi bir fikir koydularsa ortaya, demek mantıklı bir sebebi vardı. Yani bu düzensizliğin sebebi savaşmayı gerektiren bir istilâ, işgal, darbe olabilirdi. Fakat öyle bir gücün tesiri altındaydı ki herkes, bu olsa olsa çok ileri teknolojili uzaylıların dünyayı işgali olabilirdi. Derken…             

Ezan sesi! İşte, tanıdık bir ses. Ait olduğum dünyanın gerçekliğine dair bir esinti. Araladım gözlerimi. Karanlık odam… Öyle tesiri altındaydım ki rüyanın, küçük çocuklar gibi korkup yatağıma sığınmak istedim. Ardından doğruldum. Uzun zamandır sabah namazına böylesi bir iştiyakla uyandığımı hatırlamıyorum. Kameti getirirken “Hayye alel felah” dediğimde bir kurtuluşun olduğuna o kadar sevindim ki… Zammı sûre olarak okuduğum Felak ve Nas, sığınacak bir yerin olduğunu haber verdiğinde, hele ki “Rabbinnâs, melikinnâs, ilâhinnâs” sözlerini, babacığım, anneciğim edasında içten, sahiplenici ve bir çocuk safiyet ve acziyetinde kıraat ettiğimde…

Din… İnsana anlam bahşeden, mana sunan, cevap veren en kadim değer olarak dinin bu yönünü, 1984, Fahrenheit 451, Çocukluğun Sonu gibi distopyalardan fırlamış bir rüya ile derinlemesine düşüneceğim hiç aklıma gelmezdi. Distopi: Organların yer değiştirmesi veya yanlış yerde bulunması. Distopya: Hayalî kötü yer, kara ütopya. Tanrı sevgisinin mi yoksa tanrı korkusunun mu insanı daha çok güzelliklere yönlendirdiğini düşünmüş ve “Elbette tanrı sevgisi… Biz hayvan mıyız? Dayakla değil, sevgi ile eğitilmemiz gerekir,” cevabından taraf olmuş biri olarak namazdan sonra şu şekilde değiştirdim fikrimi: “Hayır, insanın asıl temel içgüdüsü korkudur. Ve insan belli ölçülerde korkmalıdır.” Her ne kadar din, siyaset, ekonomi ve ekoloji konularını temel alan muhteşem eser Dune serisine damgasını vuran söz “Korku, katilidir aklın,” olsa da diyorum ki: “Öldürmeyen korku güçlendirir.” Ve insan, her ne kadar Otostopçunun Galaksi Rehberi’nde çok güzel işlendiği üzere o efsanevî “42” gibi muğlak, ne dediği belirsiz bir cevap alırsa alsın, bir yanıta, anlama, sonuca, sona ihtiyaç duyar. Ve bu yönde “42” cevabı da bu cevapla tatmin olan kalpler varsa bir cevaptır. Hayatları tamamlayan, sona erdiren bir ölüm, anlamlıdır. Noktadır bir yerde. Nettir, açıktır. Ölüm sonrasına dair din tarafından verilen cevaplar, en azından verilmiş olması hasebiyle bir güven aşılar insana, değerlidir. Yaşama dair bir mana aşılayan, hedef, amaç veren ideolojilerin, düşünce anlamında geldikleri bir yer olması cihetinden saygıyı hak etmeleri, en azından, “yine de bir şey yapmışlar”, diyerek değerlendirilmeleri gerekir. Her ne kadar, takipçilerinin, “benim ideolojim, diğer onlarcasından sadece biridir” şeklinde bilgece bir tavır takınmaları yönünde kendilerini eğitmeleri gerekse de…

Beslenme zinciri göstermiştir ki yırtıcı aşırılıkların tek avı insandır. Bu sebeple, ne bulmakla aramaktan vazgeçilmeli ne de arama şehvetiyle hiçbir durağa uğramadan sadece ve sadece yolda olmayı önemsemeli. Bu ikisi arasında, dengede bir yerlerde yürümeli, düşünmeli, yazmalı, okumalı, yaşamalı. Korku ile ümit arasında…İnsanı bundan başka hangi ruh hali diri tutabilir ki?

Cüneyt Dal

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir