Kahraman Öldüğünde

Evet, kurbağalara bakmaktan geliyorum
Sanki böyle niye ben oradan geliyorum
Telaşlı, aç gözlü kurbağalara
Bakmaktan
Bilmiyorum
Bilmiyorum, bilmiyorum
Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum.
(Edip Cansever, Çağrılmayan Yakup)

I. Yorgun

Yedi gün sonra dolunay var. Birkaç günde ayın karnı şişmiş. Birkaç gün önce biraz daha fitti. Birkaç gün sonra nur topu gibi bir dolunayımız olacak. Uzmanlar ve uzman olmayanlar ayın evrelerinin insanlar üzerinde farklı etkileri olduğundan bahsediyorlar. Dolunayın da sinir sistemimize çok fena etkileri varmış mesela. İnsanı deliliğe sürükleyebilecek türden etkiler. İnsanların delirmek için, hele bu devirde, ayla gökyüzüyle pek bir irtibatlarının olması şart değil. İnsan düz yolda yürürken delirebilir pekâlâ. Bir insanın yüzüne bakarken, fark ettiği ufacık bir mimik delirtebilir. Abarttım mı? Eh yani biraz. Mimikmiş. Amma yaptın birader. Neyse. Dediğim gibi, ay kendi hâlinde. Ayı rahat bırakmak lâzım. Tabii millet şimdi diğer gezegenlere sardı. Merkür retrosuymuş yok efendim satürn retrosuymuş.

Gökyüzü güzel de yıldızlar falan yani, ay bir de. Sırt ağrısı fena. Böyle belinden yukarı doğru yayılan oradan kollara doğru karıncalanma hissiyle devam eden bir ağrı. Çok çalışıyorum tabii. Ama bundan kime ne? İnsanların hayatına etki eden çok fazla meslek var. Ayın insana etkilerinden daha çok hem de. Ama insanlar birbirlerini görmezler. Aslına bakarsak insanlar kendilerini de pek görmezler. Uğunup dururlar. Tamam, en çok sen çalıştın bravo! Mesaiye kaldın demek. Neden peki? Daha çok para mı yoksa örnek çalışan olmak mı? Seni ne motive ediyor? Evet sana diyorum güzel kardeşim. Seni ne motive ediyor? Ben mi? Bana kalırsa mesleğimin insanlara müthiş etkileri var. Tabii pek çoğunun haberi bile yok. Rutin hayatlarına devam ediyorlar. Benim çok farklı bir hikâyem var. Hikâyemi anlatmak isterim tabii. Ama dediğim gibi. Sırt ağrısı fena.

II. Tahrik

En kötüsü de başkasının alarmına uyanmaktır. Tamam, kendince daha kötü durumlar vardır şüphesiz. Ama benim için en kötüsü bu. En azından bugünlük. Günüm sosisli omletle güzelleşebilir. Evet, sosisli omlet. Artık sucuk bir semt ismi olur, olursa. Sosis de piliç sosis tabii. Ama önce ekmek almalı. Kim almalı? Ben almalıyım tabii. Başka kim almalı? Öyle almalı falan deyince, ortaya konuşur gibi. Lafın gelişi işte.

Cüzdanı arka cebe atıp tam çıkacakken kapının önündeki zarfı görüyorum. Çok şüpheli. Yahu kapının önündeki zarf niye şüpheli olsun? Mesleğim icabı şüpheli. İşte bu gündelik hayatımda hikâyeme temas eden noktalardan.

Zarfın içinde zehirli bir not veya mektup olabilir. Buzdolabının üzerindeki mıknatıslı zarf açacağını alıyorum. Çekmecede maske ve eldiven olacaktı. Önlem şart. Tamamdır. Hazırım. Bu bir çeşit kutsal zarf açma ayini değil elbette. İşim gereği zahmetli bir ritüele dönüştü diyebilirim.

Sanırım bir mektup. Hiç de fena olmayan el yazısıyla şunlar yazılmış:

“Sayın, beyefendi

Gerçek isminizi bilmediğim ve size nasıl hitap edeceğime karar veremediğimden sözlerime bu şekilde başlıyorum.

Adresinizi uzun uğraşlar sonucu buldum. Adı batasıca Taşkafa ailemi kaçırdı. Ancak elimden bir şey gelmiyor. Sıradan bir vatandaş olarak yapabileceğim tek şey saklandığı ininden sizi haberdar etmek olacaktır. Adresi aşağıya yazıyorum. Lütfen onları kurtarın.

E.”

Büyük bir mesele. Yani kahraman olarak bir ismimin olmayışı.

III. Yıkılma Sakın

Mektupta yazan adrese geldiğimde pek de eski sayılamayacak bir bina karşılıyor beni. Sanki yakın bir zamanda boyası yenilenmiş gibi. Binayı bir tur döndüğümde arka girişin kapalı olduğunu, tek seçeneğimin ana giriş olduğunu zoraki kabullenebildim. Neyle karşılaşacağımı bilememek sinir bozucu olsa da yeteneğim işimi kolaylaştırıyor. Şimdi görünmez olma zamanı. Harry Potter’da olduğu gibi bir pelerinim yok. Mühendislik harikası bir kostümüm de. Sadece niyet ediyorum. “Niyet ettim görünmez olmaya” gibi bir niyet yani. Gözlerimi kapıyorum -ya da kapamıyorum- ve olmasını istiyorum. Oluyor. Bu kadar. 

Buranın bu kadar boş olması hayra alâmet değil. Hiç değilse girişten sonra bir iki adam koyarlar kapıya. Ama bomboş. Bu, aklıma iki ihtimali getiriyor. Ya geleceğimi bir şekilde haber aldılar -ki bu oldukça anlamsız olur- ve toz oldular. Ya da beni bir tuzağa çektiler. İkinci ihtimalin kuvvet payını düşünmemeye çalışarak bomboş girişte ilerliyorum. Nihayet girişin ortasına kadar geldiğimde etrafı inceliyorum. Asansörün her türlü tehlikeyi beraberinde getirebileceğini düşünerek merdivenlere yöneldim. İşte tam o sırada olanlar oldu. Sol bacağımda bir acı hissettim önce. Bir ağırlığın beni yavaş yavaş aşağı doğru çektiğini, sonra. Muhtemelen kendi ağırlığımdı. Bana sorarsanız, işler hiç de iyi gitmiyor.

IV. Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsü

Gözlerimi açtığımda ellerim kelepçeli olarak bir sandalyede buluyorum kendimi. Karşımdaki sandalyede irikıyım bir adam oturuyor. Nemrut suratlı bir tip – Nemrut’u hiç görmedim. İyice kendime geldiğimde ikimizin arasında bir masa olduğunu fark ediyorum. Masadaki şişeyi göstererek su içer misin, diye soruyor. Bunu söylerken gıdısı bir aşağı bir yukarı inip kalkıyor. Devam ediyor. “Sanırım önce kendimi tanıtmam gerekecek Ahmet Bey.” Kendimin dahi neredeyse unutmuş olduğum ismimi onun ağzından duyunca sanki içimde bir oyuk varmış da birden içine koca bir ağırlık çökmüş gibi hissediyorum. O ağırlık hep o oyuğa aitmiş de uzun süreli yokluğu sersemlememe sebep olmuş gibi. O ağırlık onun ağzında sanki kuş kadar hafifmiş gibi.

“Ben il emniyet müdürü Ferit Tokgöz. Bu operasyonu uzun süredir planlıyorduk. Üst yetkilileri ikna etmek hiç kolay olmadı ancak neticede bu ülkenin bir vatandaşısınız. Ülkemize yıllarca hizmet etmiş bir memursunuz aynı zamanda. Bu kadarını size borçluyduk.” Ne saçmalıyor bu adam? Tamam. Taşkafa değil. Orasını anladım. Ama kesin onun adamlarından biri.

“Derdiniz ne tam olarak? Yani, hadi diyelim ki, siz emniyet müdürü olun. Ne işi olur emniyet müdürünün benimle? Birkaç baş belası adamın hakkından gelerek emniyet teşkilatının yükünü hafifletmek dışında ne yapmış olabilirim?” Bir iç çekiyor. “İnanın Ahmet Bey, biz de isterdik ülkemizin bir süper kahramanı olsun. Hele ki görünmezlik yeteneği olan bir süper kahraman. Gerçekten harika olurdu. Ama üzülerek söylüyorum, ne bizim elimizde böyle bir adam var ne de siz olduğunuzu sandığınız o adamsınız” Bir iç çekiş daha.  “Ahmet Bey, az kalsın bir pastaneyi küle çeviriyordunuz. Birçok yerleşim yeri ve dükkânı zarara uğrattınız. Tek tesellimiz insanlara zarar vermemenizdi. Ama işler güçleşti. Bir pastanenin sahibini Taşkafa’nın adamısın diyerek etkisiz hâle getirmişsiniz.”

“Ben yalnızca suçluları cezalandırıyorum.” “Suçu neydi?” Suçu neydi? Hatırlamaya çalışıyorum. Şüphelenip takip etmiştim. Suçu neydi? “Ahmet Bey, gerçeklik kavramınızı yitirmişsiniz. Ama öyle ki yaptığınız her işin sizin için anlamlı bir sebebi var. En azından yaptığınız anda. Durumunuza gelecek olursam, devletimize çok katkıları olmuş bir pilotsunuz. Daha doğrusu pilottunuz. Sivil havacılık müdürlüğüne bağlıydınız ancak teşkilata da çok hizmetleriniz oldu. Bilirsiniz bizim bir vatandaşımız herhangi bir vatandaş değildir, görev verildiğinde memleket için canını verir. İllaki güvenliğe hizmet eden bir kurum memuru olması gerekmez. Beni anlıyorsunuz değil mi? Sivil görünümlü gizli operasyonları kastediyorum.”

Başım fena hâlde ağrıyor. Pervane sesi. Kulağım uğulduyor.

“Ahmet Bey, bir aileniz olduğunu hatırlatmam gerekir. Şu anki durumunuzda onları hatırlamıyor olabilirsiniz. Aslında biz tüm olanları, ailenizi, şimdiki durumunuzla bastırdığınızı düşünüyoruz. Bundan yaklaşık dokuz ay kadar önce bir kazada kaybettiniz onları. Kendinize ait bir helikopterle birlikte bir tatile çıkmıştınız. Uygunsuz hava şartları nedeniyle bir kaza gerçekleşti. Helikopter düştü. Karınız ve oğlunuz yaşamını yitirdi. Siz yaralıydınız. Onların ölümüne şahit oldunuz.”

Gözümün önüne alevler geliyor. Çok yüksek alevler. Gözlerim kaşınıyor.

“Siz bir müddet hastanede tedavi gördünüz. Yetiştirme yurdunda büyüdüğünüz için tek yakınınızın eşiniz ve oğlunuz olduğunu biliyoruz. Kayınvalideniz ve kayınbabanız kaza sonrası zor bir dönemden geçiyorlardı. Onlar için de sarsıcı bir kayıptı. Sizinle pek ilgilenemediler. Başta çok zordur, insanlar kadere teslim olmak yerine bir suçlu arama hatasına düşebiliyorlar. Sonra onlar da çok pişman oldular. Sizin biran önce iyi olmanızı istiyorlar.”

Kalabalık bir kahvaltı sofrası. Gülüşmeler.

“Mahkûm olduğunuz bu derin yalnızlık ve acınızın fark edilememesi neticesinde kendinizi diğer tüm insanlara karşı görünmez olarak konumlandırdığınızı düşünüyoruz. Kendinize düşman olarak kabul ettiğiniz Taşkafa da sizi anlamayan insanları temsil ediyor. Siz hâlâ, suçluları yakalayıp hayatlar kurtardığınızı düşünerek, aslında o kazayı önlemeye çalışıyorsunuz. Oğlunuzun süper kahramanları çok sevdiğini biliyorsunuz öyle değil mi? Çizgi roman okumayı çok sevdiğini. Birlikte filmlere gittiğinizi.”

Bir çocuk kahkahası duyuyorum. Baba, diyor neşeli bir ses. Turuncu montlu bir çocuk zıplıyor durmadan.

“Sevdiğiniz insanların acısını benliğinizde duyuyorsunuz. Onlar üzerinden anlamlandırıyorsunuz kendinizi. Onlar olmadan siz de yoksunuz, böyle düşünüyorsunuz. Karınızdan özür diliyorsunuz kendi içinizde. Oğlunuz süper kahramanları sevdiğinden siz de bir süper kahraman oluyorsunuz. Anne babasız büyüdüğünüz için çocukluğunuzdan kalma derin bir yalnızlık var içinizde. Karınız ve oğlunuz sizi tamam etmişken, onları kaybettiniz. Hikâyenizin en büyük parçasını. Kendi hikâyenizi onların hikâyesi üzerinden anlamlandırmaya çalışıyorsunuz.”

Gözyaşlarım akıp gidiyor. Canım yanıyor.

“Ahmet Bey, sizi anlıyorum. Yaşadığınız acıyı ve hissettiğiniz derin yalnızlığı. Eşimin ilk hamileliğinde, ben henüz bir polis memuruyken, eşim erken doğum yaptı. Bebeğimiz birkaç saat yaşayabildi yalnızca. Onun o hâlini gördüm. Savunmasız, minicik. Eşim düşük yapsaydı ikimiz de bu kadar zorlanır mıydık bilmiyorum. Onu görmüştük. Şu dünyanın bir parçası olmuştu ama tutunamadı ona. Acı günlerdi. İnsan bir şekilde hayatına devam etmek durumunda. Sizin de hayatınıza devam etmenizi istiyoruz. Bir hikâye, bir destan ne zaman başlar Ahmet Bey? Kahraman öldüğünde. Siz eski Ahmet’i öldürdünüz kendi içinizde. Sizi duymayan, acınızı hissetmeyen insanlara karşı elinizden başka bir şey gelmedi. Ancak böyle devam edebileceğinize inandınız. Artık yalnız değilsiniz. Kayınbabanız ve kayınvalideniz sizi suçlamıyorlar. Onlar da bir an önce eski sıhhatinize dönmenizi arzu ediyorlar. Biz de bunu arzu ediyoruz. Sizin için bir tedavi programı belirledik. Yaralarınızı sarmak istiyoruz. Kendi anlamınızı bularak hikâyenizi sürdürmenizi istiyoruz Ahmet Bey, başkaları üzerinden kendinizi anlamlandırmanızı değil.”

Kelepçeli ellerimle gözyaşlarımı silmeye çabaladım. Başım hâlâ ağrıyordu. Tüm bu anlattıkları bir taş olup oturdu içime. Canımın neden yandığını anlamıyorum. Göğsümdeki sızıyı anlamıyorum. Anlattıkları çok tanıdık geliyor ama doğru değiller. Söylediklerinin hiçbiri doğru değil. Hepsi kurgulanmış şeyler. Bana bir oyun oynuyorlar. Ben baygınken bir şeyler verdiler bana. Halüsinasyonlar görüyorum. Başım zonkluyor. Herif iyi rol yapıyor. Az kalsın inanıyordum ona. Şimdi buradan çıkmanın bir yolunu bulmalıyım. Önce şu kelepçelerden kurtulmam gerek.

Hasna Para

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • H. G. , 30/06/2022

    O hikaye bu hikaye olabilir.. O denli güzel…

    • hasna para , 30/06/2022

      teşekkür ederim. beğenmenize çok sevindim.. 🌺

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir