İnsan, varoluşun başlangıcından bu yana sürekli bir arayış peşindedir. Bu arayış, ister bilinçli ister bilinçsizce olsun süreklilik gösterir. Aşk, hakîkat, zenginlik, uzun yaşama, başarılı olma vs. bu arayış(lar)a örnek olarak gösterilebilir. Tabiî bunlardan önce insanın kendisini araması, kendi arayışı içinde olması da var. Bu arayış, “insan” denilen soruya verilebilecek cevapları barındırır. Bu konu hakkında İhsan Fazlıoğlu, “Kendini Aramak” adlı eserinde şöyle der: “Her ne olursa olsun, insan denilen soruya verilen her yanıt, insana öngörülebilir bir hayat sunmak zorundadır. Canı, aklı, malı, soyu ve inancı koruyamayan bir yanıt, yanıt değil; yanlış yola götüren daha karmaşık bir sorundur.” Nitekim sinemada izlediğimiz birçok film de bu karmaşık sorunun çözümü için bir arayış biçimidir.
Yönetmen Murat Pay’ın “Mâşuk’un Nefesi” (2014) filmi ve yarı belgesel film Mirâciyye: Saklı Miras’tan (2017) sonra ikinci uzun metrajlı filmi olan ‘’Dilsiz’’, (2019) usta bir hattat ile genç bir ressamın yollarının kesişmesini konu alıyor. Bu kesişme aynı zamanda bir arayışın da başlangıcı oluyor. Geçimini duvar ressamlığı ile sağlayan Sami (Ozan Çelik) bir gün babaannesinin vefat haberini alır. Bunun üzerine Kütahya’ya dönen Sami’ye amcası tarafından bir sandık verilir. Bu sandık, babaannesinden mirastır. Sandığın içinde hat sanatına dair malzemeler ve Şeyh Galib’e ait bir beytin üzerinde yazıldığı bir meşk kâğıdı bulunur.
Karşılaşmalar
İstanbul’a dönen Sami, bu emanetlerden kurtulmak isterken Selma Hanım (Vildan Atasever) ile tanışır. Selma Hanım, eskiden hat sanatıyla uğraşmış biridir. Sami’ye bu konuda rehberlik eder ve ona önemli bir hattat silsilesinin son temsilcisi olan Eşref Sami Bey’den (Mim Kemal Öke) bahseder. Eşref Bey, kolay kolay talebe kabul etmeyen bir hattattır.
Sami, Eşref Bey ile tanışmak için eski bir handa bulunan atölyesine gider. Hanın girişinde yer alan çaycıya Eşref Bey’in atölyesinin nerede olduğunu sorar. Çaycı, atölyenin en üst katta olduğunu, asansörün eski olduğu için merdiveni kullanması gerektiğini söyler. Atölyeye ulaşan Sami, Eşref Bey olarak zannettiği kardeşi Tahir ile karşılaşır. Tahir, kendisini tanıtmadan Sami’ye hat sanatına dair bir hattatın Mekke yolculuğu hikâyesini anlatır. Bu hikâyede, hattat yolculuğa çıkarken mürekkebini yanında götürür. Mekke’ye 40 gün süren yolculuktan sonra 40 gün de dönüşte geçen süre içerisinde mürekkep hat için kıvamını bulur. Hattat kıvama gelen mürekkep ile sadece “hiç” yazar. Tahir, bu hikâyeden sonra Sami’ye bir şişe mürekkep hediye eder. Sami, elindeki mürekkep şişesini devirip döktüğü esnada Eşref Bey ile karşılaşır. Gerçek Eşref Bey’i bulduğunu anlayan Sami, talebe olmak istediğini söyler. Eşref Bey, artık talebe kabul etmediğini söyleyerek Sami’yi reddeder. Bu durum üzerine atölyeden ayrılan Sami, handaki çaycının asansörle yukarı çıktığını görür. Kendisinin kandırıldığını düşünen Sami, asansörle aşağı inmeye karar verir. Asansör bir süre aşağıya doğru hareket ettikten sonra durur. Asansörde mahsur kalan Sami’nin imdadına çaycı yetişir ve çaycı Sami’ye, “Artistlik yaparsan olacağı budur. Huyunu suyunu bilmezsin, içinde kalırsın!” der.
Sami, bisiklet sürerek evine döndüğü esnada babaannesinden kalan bir diğer emanet olan kaset kaydını dinler. Bu kaset kaydında çocuk yaşlarında iken babaannesi tarafından kendisine Şeyh Galib’in “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dide-i ekvân olan âdemsin sen” beyti ezberletilmektedir. Sami, eve vardığında meşk kâğıdı üzerinde yer alan bu şiiri okur. Şiirden ilhamla bir arayış peşine düşer. Daha önce cesur bir şekilde aynada görüntüsünü izleyen Sami, ikinci defa kendi yansımasının yavaş yavaş yok olmaya başladığını fark eder.
Bir sonraki sekansta Eşref Bey’i takip eden Sami, Eşref Bey ile vapurda sohbet etmeye başlar. Babaannesinden kalan hatıra yazı hakkında ona bilgi verir. Ayrıca Eşref Bey’e neden talebe kabul etmediğini sorar. Eşref Bey, “Talebe mi var?” diyerek cevap verir. Sami, “Yok mu?” diye sorunca “Heveslisi çok, talep eden yok” cevabını alır. Eşref Bey, Sami’ye ne işle meşgul olduğunu sorar. Sami, belediye parklarında sipariş üzerine resimler yaptığını söyler. Eşref Bey, Sami’nin ellerini göstererek onun ağır eşyalar taşıdığını, hat ile uğraşanların ağır eşya kaldırmaması gerektiğini, ellerin zamanla yumuşaması gerektiğini söyler. Bu durum Sami’yi hoşnut kılmaz ve Eşref Bey’in ellerini göstererek “Yani diyorsunuz ki bütün hattatların elleri benimki kadar yani sizinki kadar güzel olmalı, öyle mi?” diye sorar. Eşref Bey de “Hayır. Eller ilk başta serttir, zamanla yumuşar, maharet kazandıkça incelir. Ama bir şey söyleyeyim, hamaldan hattat olur da edepsizden pek olmaz.” der.
Uyanış
Evine dönüp, babaannesinden kalan kitabı okuyan Sami, hat sanatına dair bilgilere ulaşır. Hattat olmanın başlıca gerekliliklerini kitaptan okuyan Sami, hattat olma yolunda ilk adımı atmaya karar verir. Bu esnada tekrar aynanın karşısına geçtiğini gördüğümüz Sami’nin yansımasının yavaş yavaş kaybolduğunu ve hiç’e doğru görüntüsünün değiştiği fark edilir.
Sami, hattat olmanın gerekliliklerinden biri olan Hattat Şeyh Hamdullah’ın kabrini ziyaret edip himmet diledikten sonra Eşref Bey, Sami’yi bulup ona, “Bizi büyüklere şikâyet etmişsin” der. Halis niyetin hat sanatının yarısı olduğunu belirten Eşref Bey, Sami’yi talebe olarak kabul eder ve ilk ders için randevu verir.
Sami, Selma Hanım’ın kendisi için daha önceden bıraktığı “Elif” hattından etkilenerek bir Elif hattı çizer. Eşref Bey’e bunu gösteren Sami, Eşref Bey’den övgü beklerken hiçbir karşılık bulmaz. Bilakis bu durum üzerine “Sen bugünlük meşkini yapmışsın” deyip tepkisini gösterir ve Sami’ye, “Düşün bunu Sami, incitmek mi, incinmemek mi?” sorusunu sorar.
Sami, Selma Hanım’ın çalıştığı okulun kütüphanesinde duvar resmi yapma görevini sürdürürken Selma Hanım’ın hastalıktan dolayı izne ayrıldığını öğrenir. Selma Hanım’ın durumunu merak eden Sami, ziyaret için onun evine gider. Ama gittiği yerde Selma Hanım’ın taşındığını, aslında hastalıktan değil, bir haciz davası sebebiyle izne ayrıldığını öğrenir. Selma Hanım’ın terk ettiği evde ona ait eşyalara bakan Sami, Selma Hanım’ın Eşref Bey’in yakın zamanda talebesi olduğunu gösteren icâzetnâmenin fotoğrafını görür. Bu durum Sami’yi şüphelendirir. Nitekim Eşref Bey artık talebe kabul etmeyen biriydi ve Selma Hanım bu durumdan hiç bahsetmemişti.
Sami, atölyede Eşref Bey ile meşk ederken ona Selma Hanım hakkında sorular sorar. Eşref Bey, Selma Hanım’a verdiği icâzetnâmeyi göstererek, “Bunun onda olması gerekiyordu. Peki, ben nerede buldum biliyor musun?” Müzâyede çekini göstererek “Pazarda buldum pazarda.” der.
İzinden dönen Selma Hanım ile okulun kütüphanesinde karşılaşan Sami, Selma Hanım’a karşı beslediği duyguları söyleme fırsatı bulur. “İnsan insanın aynasıdır derdi babaannem. Ben yalnızlığı tercih ettim, daha doğrusu içinde buldum kendimi, öyle de gitti. Uzun bir süre o tenha iyi de geldi bana. Ama sonra fark ettim ki yaşamla ilgimi hayretimi kaybetmişim. Hiçbir şey kalmamış, hiç! Sonra sen Selma, bu tenhadan nasıl göründüğünü anlatamam sana. İçimde bir sırrım var. Büyük bir sır. Ama bu geçmişimde falan değil. Ruhumda saklı.” Bu durum karşısında şaşıran Selma Hanım, “İnsan zanlarından kurtulunca olgunlaşıyor. Ben o zannettiğiniz kişi değilim” diyerek oradan ayrılır.
Sami, Selma Hanım’ın haciz dosyası hakkında bilgi sahibi olduktan sonra Eşref Bey ile meşk için atölyede bir araya gelir. Tekrar Eşref Bey’le Selma Hanım hakkında konuşan Sami, icâzetnâmenin satılma olayına gelerek onun mecbur kaldığını söyler. Onun tek başına bir çocukla hayatta kalmaya çalıştığını, bundan dolayı olayların gerçekleştiğini Eşref Bey’e izah eder. Eşref Bey, bunu kabullenemez. Sami, bunun üzerine “Siz hep demez miydiniz, ‘Çözemediğimiz bir meselenin göremediğimiz bir payı olabilir. O payı düşünmek lâzım’ diye. Biraz düşünmek lâzım hocam. İncitmemek mi, incinmemek mi diye sordunuz ya hocam: İncinmemek hocam, incinmemek” diyerek Eşref Bey’in yanından ayrılır. Çünkü incinmeyenin incitmek gibi bir derdi de olmaz.
Sami, Selma Hanım’a yardım etmek için babaannesinden kalan, hat sanatının köşe taşlarından biri olarak kabul edilen Safranbolulu Hacı Abdullah Efendi’nin hat ile yazmış olduğu Şeyh Galib’in beytini müzâyede yoluyla satar. Sami, buradan gelen gelir ile Selma Hanım’ın haciz davasını kapatır.
Aradan zaman geçer. Sami, Eşref Bey’in atölyesini ziyaret eder. Bu sefer Sami’nin asansör ile kolay bir şekilde yukarı çıktığını görürüz. Atölyeye varan Sami, Eşref Bey’in, kardeşi Tahir’in vefatından sonra Medine’ye gittiğini ve hat ile yazmaya başlamış olduğu Kur’an-ı Kerim’i orada bitirmek istediğini öğrenir. Atölyede, Eşref Bey’in Sami için bir emaneti vardır: Hüthüt’ün soyundan gelen bir kuştur bu ve adı da Dilsiz’dir.
Aynada Görünmeyenler
Murat Pay, kayboluşun çok kolay olduğu çağımızda geleneğin izlerini takip ederek bir sinema dili inşa etmeye çalışan bir yönetmen. Nitekim çektiği filmlere bakarak bunu anlamak mümkün. Onun bir başka yönü ise herkesin gözü önünde olan ve kimsenin umursamadığı nesne veya araçları, film kurgusunda dönüştürerek insanların farklı anlamlar yüklemesini sağlamak.
Dilsiz filminde, ilk sekanstan itibaren birçok kere karşımıza çıkan bisiklet, özgürlüğü ifade ettiği gibi Sami’nin çocukluğundan itibaren bisikletle olan arkadaşlığı da bisikleti âdeta bir özne seviyesine çıkarıyor. Bisiklet, filmde Sami ile birlikte büyümüş ve ondan hiç ayrılmamış bir arkadaşın birlikteliğine benziyor.
Sami’ye babaannesinden miras kalan sandık ise yaşanmışlıkları, biriktirilmiş hatıraları, geçmişi ifade eder. Sandıktan miras olarak kalan her şey daha sonra Sami’nin geçmişinden günümüze taşınan ve onun uyanışına vesile olan emanetlere dönüşüyor. Zira Sami’nin ‘hiç’ olmanın sırrına adım attığı ilk yer sandıktan çıkan emanetlerdir.
Çocukluğunu babaannesinin evinde geçiren Sami, babaannesine dair aklına gelen hemen her hatırada bir odanın içinde yer alan havuzun başındadır. Babaannesine dair anıları hatırladıkça sürekli bu havuzun etrafındadır. Havuz, bize ömrü, hayatı, yaşanmışlığı, geçen zamanı ifade eder.
Filmdeki başka önemli metafor ise iki farklı sahnede karşımıza çıkan asansördür. İlk sahne, Eşref Bey’i bulmak için hana giren Sami’nin çaycı tarafından uyarılması ve asansörün bozuk olduğunu bilmesine rağmen binip asansörde kalması ve yine hanın çaycısı tarafından kurtarılmasıdır. Çaycı tarafından “Artistlik yaparsan olacağı budur. Huyunu suyunu bilmezsin, içinde kalırsın!” diye azarlanması, insanın yol yordam bilmeden manevi yükselişinin mümkün olmadığını ve aynı zamanda doğru araçları doğru kullanmakla vuslatın olabileceğini bize söyler. Başka bir sahnede Sami, hiçbir engele takılmadan asansöre binerek atölye katına gelir. Bu da bize, çıkılan yolda bir rehberin olması gerektiğini, belirli bilgi birikime sahip olduktan sonra o yolda tek başına ilerlenebileceğini ifade eder. Yani usulsüz ve kılavuzsuz vuslat olmaz.
Eşref Bey’in kardeşi Tahir’in, Sami’ye anlattığı hac yolculuğunda kıvamını bulan mürekkep kıvamı ise yola çıkmanın, yolda olmanın kişiyi soktuğu badirelerden çok, bu zorluklardan sonra elde edilen tecrübenin insanı kemale erdirmesidir.
Filmin en önemli metaforu ise ‘ayna’dır. Birkaç kez aynanın karşısında ve aynanın karşısına her geçtiğinde yavaş yavaş yansımasının kaybolduğunu gördüğümüz Sami, arayışının sırlarına ulaştıkça hiçliğinin de sırlarına ulaşır. Ayna, bu arayışın sembolüdür. Hiçliği, benliği sorgular. Sami hiçliğinin sırlarına ulaşıp hiçleştikçe aynadaki görüntüsü de yok olmaktadır. Böylece filmin de sırrı olan hiç’liğin ve bununla birlikte Şeyh Galib’in beytinde bahsettiği âdem olmanın da sırına erer.
Filmin sonunda hüthüt’ün soyundan gelen ve adı Dilsiz olan bir kuşun Sami’ye verilmesi, Ferîdüddîn-i Attâr’ın Manṭıḳu’ṭ-ṭayr’ında kuşlara kılavuzluk eden Hüthüt’ü ve aynı zamanda derin ilhamları temsil eder. Dilsiz olmak, (h)içe dönük olmanın, kendi sırlarını keşfetmenin de yegâne yoludur.
Adem Suvağcı
3 Yorum