
Meşhûrdur ki fısk ile olmaz cihan harâb
Eyler anı müdâhane-i âlimân harâb
Bilmez ki iki kat yıkılır kendi halkdan
İster cihân yıkıldığını hânüman-harâb
A’mâl-i hayr süllemidir kasr-ı Cennetin
Mümkün mü çıkma olsa eğer nerdübân harâb
Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin
Bülbül hamûş havz tehi gül-sitân harâb
Çıkmaz bahâra değmede bîçâre andelib
Pejmürde-bâl vakt şitâ âşiyân harâb
Elbetde bir sütunu olurdu bu kubbenin
İzzet nihâyet olmasa kevn ü mekân harâb
Teslim olursa pire medeng-i irâdesi
Olmaz diyâr-ı Rum’da bir hanedân harâb
Kendisini kalbindeki ye’se ve içkiye teslim ettiği için müderrislikten kovulan; böylece boğazını sıkan halet-i ruhiye iyice içinden çıkılmaz hale gelen genç ve gürbüz molla intihar etmek için bir kayığa biner. Bu iş için seçtiği Göksu’ya doğru giderken kayığı devrin ünlü lügatçisi Rum Hançeri Bey’in yalısının önünden geçer. İşte kaderin bu nazik cilvesi genç mollanın talihini değiştirir. Yalısının önünde oturan Hançeri Bey kafasına takılan bir soruyu ilmiye sınıfından olduğunu öğrendiği gence ayaküstü sorar ve aldığı tatminkâr cevaptan sonra onunla ahbap olur. Böylece intihar etmekten vaz geçen genç molla, Hançeri Bey’in yalısına devam etmeye başlar. Beraber ilmi çalışmalar yapıp Vasıf Tarihi okurlar.
Calib-i dikkat bir hayat hikâyesi olan ve edebiyat tarihimizde hak ettiği alakayı hiçbir zaman bulamayan Keçecizade İzzet Molla’nın macerası ömrünün sonuna kadar bitmez.
İzzet Molla istidadının keşfedilmesinden sonra Hançeri Bey tarafından devrin meşhur siması Halet Efendi’ye takdim edilir.
İzzet Molla, Halet Efendi vesilesiyle Mevlevi tarikatına girer ve böylece sanatına asıl hususiyeti veren neşveye kavuşur.
Başta Şeyh Galib hazretleri olmak üzere aldığı iddia edilen bütün tesirlere rağmen İzzet Molla’nın sanatı İzzet Molla’nınkine benzer. Büyük şairin sanatında başka büyük şairlerden aldığı izlenimi veren unsurların dışında kendi halet-i ruhiyesini, klasik zevkini ve hususi meziyetini izhar eden ince spleen’in ilk bakışta fark edilmeyen buğulu bir izi vardır.
Şiirlerinde kederle hüznün ustalıkla işlenişi ve her şiirin Hazreti Mevlana’nın ruhundan istimdat istemeye bağlanması onu Galib’in şiirinde bile olmayan bir Mevlevi zevkine dâhil eder.
Şiirdeki ince zevkine ve yüksek mevkiine rağmen İzzet Molla malesef yukarıdaki şiirinin
“Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin
Bülbül hamûş havz tehi gül-sitân harâb”
beytiyle bilinir. Filhakika o kadar sevilen ve eski nesiller arasında o kadar tekrar edilip duran bu beyit yalnızca mollanın yaşadığı asrı değil bütün ümmetin üç asırlık inhitat devrini özetleyecek bir hünere sahiptir. Fakat şiirin diğer beyitleri de bu şah beyitten geri kalır değildir. Bilhassa onu takip eden ve
“Biçare bülbül gelmeyecek bir bahardan bahsetmekte
Ama kanadı kırık, mevsim kış ve yuvası harap”
manasına gelen
“Çıkmaz bahâra değmede bîçâre andelib
Pejmürde-bâl, vakt şitâ, âşiyân harâb”
(Burada “değme” kelimesinin kullanım şekli bilhassa calib-i dikkattir)
beyti belki de çok meşhur olan kardeşinden daha hazin bir “evdir”. Fakat bu şahane şiirin kendine has özellikleri bundan ibaret değildir. Divan edebiyatında pek az şiir İzzet Molla’nın bu şaheseri gibi hikemi üslubu, şahsi hüznü ve devrinin tenkidini birleştirebilmiştir.
“Evi yıkık olan ister ki dünya kendi evi gibi yıkılsın
Fakat bilmez ki o zaman evi iki kere yıkılmış olacak”
manasına gelen
“Bilmez ki iki kat yıkılır kendi halkdan
İster cihân yıkıldığını hânüman-harâb”
beytinin zamanını ve anı yakaladığı oldukça aşikardır. İzzet Molla’yı büyük şair yapan efendisi Cenab-ı Mevlana’nın şiirleri gibi her devire hitap eden bu teravete nail olmasıdır.
Netekim “medeng-i iradesini” bir şeyhe teslim etse Anadolu’da tek bir hane bile harab olmaz diyen makta beytin yalnızca ülkemizde değil bütün ümmet indinde cari olduğunu söylemeye lüzum yoktur.
Keçecizâde İzzet Molla’yı edebiyat tarihimizi (bilhassa edebiyat-ı cedide denilen devreyi) na-hak yere işgal eden sözümona birçok sanatçıdan özge kılan başka bir hususiyeti de istihza, keder, hüzün ve tefekkür gibi birçok duyguyu aynı yerde terkip edebilme dehasıdır. Aşağıdaki şiiri buna pek güzel bir misaldir:
“Gerçi sabr et diyemem, âteş-i hicrândır bu
Var ise sabrın eğer, vasldan âsândır bu
Hârını gül, gülünü hâr görendir âkıl
Zağ (karga) eder bülbülünü, başka gülsitândır bu
Ben usanmam gözümün nûru cefâdan amma
Ne kadar olsa cefâdan usanır cândır bu
Çerha tesir eden ey meh sana etmez mi eser
Hazer et âh-ı dil-i sîne-i sûzandır bu
Merkez-i dâire-i pîrde dur ey izzet
Birgün elbetde döner başına devrândır bu”
(Muhterem kaari, erbabının malumu olduğu üzere bu yazılarımız klasik şerh denemeleri değildir. Unutulduğuna inanılan şiirlere matuf birer serbest sohbet denemeleridir.)
Ali Söyler
1 Yorum