

Halimden, Sulhi Ceylan’a Uçurulmuş Haber
Ailemin yanına avdet edeli on günü aştı. Bir türlü rahat edememiştim İstanbul’da. Aile evindeki odam, odadaki ufak kütüphanem bana bir sığınak oldu abi. Burada, şimdi bir durağanlığın içindeyim ve yalnızım. Bir iki kez lokantalarda tek başıma yemek yedim. Kısa yürüyüşler yapıyorum. Kabul, yalnızlık usanç verici.
Bezginliğimi kitaplarla törpülüyorum. Hatıra ve romanlar en çok okuduklarım. Şu sıralar Yakup Kadri’nin bir hatıratı var elimde: Gençlik ve Edebiyat Hatıraları. Kitabın sayfalarını çevirdikçe şair ve ediplerin tuhaf insanlar oldukları kanaatim pekişiyor. Eserde, Ahmet Haşim’in sırf müstakbel kayınvalidesi ceketinin cebine paketlediği bir yemeği koydu diye nişan bozmasından, Mehmet Rauf’un bir aşk macerası dolayısıyla intihara kalkışmasına kadar pek çok ilginç hadise var. O kadar ilginç ki bazen masamda kahkaha attığım vakidir.
Tabiî kitaplardan sıkıldığım da oluyor. Eminim sen bu durumda bir kitaptan öteki kitaba geçerdin. Bense soluğu dışarıda alıyorum. Az evvel kısa yürüyüşler yapıyorum dedim ama bazen aklıma bir mesele takılıyor ve saatlerce yürüdüğüm de oluyor. Nietzsche “Sadece yürürken akla düşenler gerçekten büyük düşüncelerdir” demiş. Ben de sanki yürüdükçe zihnimdeki düğümün gevşeyeceğine ve nihayet çözüleceğine inanıyorum. Neredeyse yazdığım her yazının iskeleti de böylesi yürüyüşlerde ortaya çıktı. Yürümenin, yazı yazmamı sağaltıcı bir yanı var yani.
Sonuncu yürüyüşümde İstanbul’dan niçin döndüğümü düşündüm. Apar topar, çok da düşünmeden kendimi memleketime atmıştım. Sanırım iyice bunalmıştım. Bence birçoğumuzun zihninde muhayyel bir İstanbul var. Ve bu hayalî şehri kâh tarihten kâh edebiyat ve sanattan aldığımız harçla inşâ ediyoruz. Mesela Yakup Kadri yukarıda bahsettiğim hatıratında belirttiği üzere Halit Ziya’nın romanlarından aldığı malzeme ile kurmuş kendi İstanbul’unu. Ve “(…) on yıl uğraşsam da yine tam bir İstanbul efendisi gibi konuşmayı, oturup kalkmayı beceremeyeceğimi sanıyordum” diyor. Galiba bugün kimse bu şehir için sihirli ve uzak bir ülkeye yakışacak cümleler kurmaz. Öte yandan benim de zihnimde belli belirsiz bir tasarı vardı. Ama tasarımımla gerçek durum arasındaki tüm sürtüşmelere rağmen bu şehirde yaşamayı seviyordum. Zira Süleymaniye Camii’nde kılınan bir cuma namazı veya Cağaloğlu’nda uğranılan bir kitapçı her şeyi unutmama yetiyordu. Evet şimdilik neden döndüğümü cevaplayabilmiş değilim. Anlaşılan birkaç yürüyüşte bu meselenin üzerine gitmem gerekecek.
Günlerim bu şekilde, daha çok düşünmek ve okumakla geçiyor. Yine de odamın balkonuna çıktığımda yahut yürüyüşlerimde buradaki hayatın ne kadar donuk olduğunu fark ediyorum. Sanki herkes kapı pencerelerini sıkıca kapamış ve hepsi birden bir şey, ama herhangi bir şey olmasını engellemeye çalışıyor. Akşamları yürürken, yabancı biriyle konuşma özlemi duyuyor ve keşke diyorum bir adamla çarpışsak da özür dilesem.
“Madem yalnızlık böyle marazî bir hal aldı, dön” dediğini duyar gibiyim. Biliyor musun abi galiba beni buraya en çok üç beş kitaptan ibaret kütüphanem bağlıyor. Ondan uzak kaldıkça yazamayacağımdan korkuyorum. Bence kütüphanesi olan insanların kütüphaneleri nerede ise yeri yurdu orası olmalı. Kütüphanemden uzak kalmak aklî bir gurbet.
Ferhat İnan
4 Yorum