Sanat ve Felsefe

Künye: Dücane Cündioğlu,  Sanat ve Felsefe, Kapı Yayınları, İstanbul 2012.

***

Evsizlerin düşüdür tekke. Yurtsuzların. Kovulanların. Hizaya gelmeyenlerin. Ayar burulamayanların. Aklın ve gerçeğin kendilerinden talep ettiği uyumu bir türlü gösteremeyenlerin. Dişildir. Narin ve kırılgandır. İseviyet tezahür eder her yanından. (sf. 6)

Birinde (medrese) ilim hükümfermadır, diğerinde (tekke) irfan. İlim maluma tâbidir. Muhatabının kusurlarına diker gözlerini. Tartışmak değil, ne yapıp edip sonuca bağlamak ister. İrfan ise mazerete bakar, muhatabının kusurlarını görmez. Tanışmak, el sıkışmak ister. Olduğu gibi görür, olduğu gibi kabul eder. Dışlamaz. İtmez. Suçlamaz. Sınırı yoktur. Saf müsamahadır. İstese de hor görmez. Çünkü hor olanı görmez. (sf. 6)

Sanat tekkede tezahür eder. Arasokaklarda. Kaldırım kenarlarında. Abes olanın, muğlak ve meçhul olanın sinesinde. Tahayyülün zirvesinde. Zer’le zor’la olmaz bu yüzden. İstediğiniz kadar yığın altınları ayaklarının dibine, dilerseniz korkutun, sıraya sokun, hizaya getirin, ayar verin, zer’le zor’la yüksek sanatın o nazlı yüzünü görmeyi asla başaramazsınız. Bu işin esası tesamuhtur. Her hâlükârda müsamaha. Hoşgörü yani. (sf.6)

Fetihten sonra zemine inip toprağa yüz sürmeyi bilmeliyiz. Toprağa, yani herkesi herkese eşit kılan vicdanın zeminine. (sf.7)

Secdeye değen sadece alın olmamalı bu yüzden, kalb de sahibiyle birlikte eğilmeyi öğrenmeli. (sf. 7)

Cumhuriyetin kurucu kadroları Şeb-i Arus törenlerini özelleştirdi de n’oldu? O garibler yıllarca kendi gönül aynalarının üzerinde raksettiler. Birer bina zannettikleri sözümona tekkelerin kapılarına kocaman demir kilitler asıldı diye, başı kendiyle belada olan dervişler öylece susup neşideler söylemekten vaz mı geçtiler? Asla! Bilakis bazen kırlarda, bazen kuytu kuşelerde, bazen de anacaddelerin ortasında, hem de zabtiyelerin gözü önünde, için için zikrettiler. Yüksek sesle Hakk dediler. Lakin ham ervah öncesini duymadı. Eneyi. Beni. İnsanı. (sf. 8)

Taleb edilen sadece gerçek idi, bütün çıplaklığıyla gerçek. Bütün yalınlığıyla. Genel ahlâk adına. Toplumsal ödevler uğruna. Her şey toplum eliyle ve toplum içindi. Eksik olansa bireydi. Bireyselliğin ta kendisi. Hizaya girmekten kaçınma güdüsü yani. İnsan olma hakkı. Sürü dışına çıkma hakkı. Farklı olma hakkı. Hepsi de haramdı. Aşk da ölüm de. (sf. 11)

Hacı Arif Bey’in Nihavend şarkısını bir an bile Efendimizi düşünmeden dinlemiş değilim. Biricik efendimi. Kendimi bildim bileli canımı canına teslim ettiğim efendimi.

Vücud ikliminin sultanı sensin
Efendim derdimin dermanı sensin
Bu cism-i natüvanın canı sensin
Efendim derdimin dermanı sensin

Hacı Arif Bey’in hayalindeki efendinin, benim hayalimdekiyle neredeyse hiçbir alakası olmadığını bilmez miyim? Ne mahzuru var, aynı mı olmak zorunda? Herkesin efendisi kendince hoş değil midir? Makbul ve muteber değil midir? Herkesin rabb-i hassı? Esma-i hüsnadan herkese tecelli eden farklı farklı isimler? Farklı mizaçlar, farklı huy ve karakterler. Benim o sözlerin tesiriyle kitapların arasında düşlere daldığım sıralarda, kardeşimin efendisi, karşı pencereden ancak işaretleşebildikleri bir genç kızdı. Güzel yüzünde çiçekler açan o kızcağızın gayrı bir derdi de yoktu, dermanı da. Aramızda ne fark var sanki? Her birimiz inansak da inkâr da etsek, rabb-i haslarımızın (mizaçlarımızın) terbiye ettiği nefisler aracılığıyla rabb’ul-âlemin’e yönelmiyor muyuz? Farklılıklarımızdan dolayı bizi hor görmeyen tek efendi, âlemlerin efendisi değil midir? (sf. 13)

Lütfen, simgelere hürmet ediniz. Simgelere, yani kendisini değil, kendisinden ötesini gösteren işaretlere. Hz. İnsana. (sf. 16)

İdealist felsefe kendisini Newton fiziğiyle ifade etti. Birlikçi ve kesinlikçi idi. Belirlemeci olması kaçınılmazdı. Bilimde determinist, siyasette mutlakiyetçi, felsefede idealist, dinde akideci. İşte size mağaranın düzen yanlıları. Kuşku-düşmanları. Mağaranın sağında da solunda da böylesi belirlenimci zekâların sayısı hiç de az değildir. Tesadüflerden hazzetmezler. Tevekkül nedir onu da pek bilmezler. Şöyle bir içten, Allah kerimdir, diyemezler. Dindarlıkları da hiç çekilmez bu yüzden. (sf. 19)

Ah o sevimli ser-seriler! Mağaranın dışına çıkma şansına sahip çılgınlar! Risk ile rızık arasında irtibat kurmaktan kaçınmayan âşıklar! Riski rızık bilenler! Allah kerimdir, deyip dünyaya nanik yapanlar! Ferdiyeti muhafaza kolay mıdır sanıyorsun ey talib! Renklerin çeşitliliğinde ışığı, çizgilerin boyutlarında noktayı, koca zaman içinde ânı, çokluk içinde birliği görmek? Gölgeler uğruna gölgeleşmek? Mağara gevezelikleriyle koca bir ömrü tüketip Şems gibi tenden çıkıp canana girememek? Ne yazık ki Celâleddin’i sürüye kurban verdik, halkın nazarına. Şems’i ise mağaranın dışına çıkardık, cesediyle mağaranın dışında bıraktık. (sf. 19)

Hakikat, gözlerinin ışığını bile görmeme izin vermedi. Umursamadım. Ancak ayaklarına kapanabileceğim kadarıyla kendisine yaklaşmama ses çıkarmadı bir tek. Secde etmeme izin verdi, nazar etmeme değil! Pazarlık yapamazdım pek tabii ki. Kokusuyla yetindim ben de. Boynunu, saç diplerini değil, ayaklarını kokladım bir ömür boyu. Muhtaç bile değil, mahkûmdum. Mecburdum. Kınamalara aldırmadım bu yüzden. Çaresiz, hakikatin sahibi olmakla değil, talibi olmakla iftihar ettim. Yaşadıkça. (sf. 25)

Acımasızdır bu yoktan dünya. Kıyıcıdır. Kendisine tâbi olmayan sakinlerini affetmez. Tutunamayanları. Uçamasınlar diye kanatlarını kırar. Muhayyilelerini. Kendilerine ve dünyaya bir daha masal söyleyemez hâle getirir onları. Kazananlar ise hep yürüyenler olur. Unutma, olan hep kaçınılmaz olandır ey tâlib, sen sessizce rıza lokmasını yutmaya çalış! (sf. 44)

Âşık olmak demek, zincire vurulmak demektir. Sevmek demek, sevgisiz ellerce çarmıha gerilmek demektir. Senin anlayacağın, aşk, özgürlükten vazgeçmek demektir. İkide bir inandığını söyleyip durma da göster bana, hani, prangaların nerede? Nerede zincirlerin? (sf. 61)

Ten duvarını yıkmak için yılların geçmesi gerekmez, ölmek yeterli.  Van Gogh gibi değil ama, Şems gibi. (sf. 66)

Vicdan, yani arayıp bulmak istediğimizde sığınabileceğimiz melce. Son melce. İstikametimizin tek ölçüsü. Kaybedersek helak olacağımız yegâne kulp. Kur’an’ın adlandırmasıyla habl’ul-metîn. Kopmaz bağ. Ey talib, sen bana bir vicdanın olduğunu göster, ben de sana, sana şahdamarından daha yakın olanı göstereyim. Görürsen görürsün, rengi hüznün rengidir. (sf. 80)

Sırf inanabilmek için çıldıran adam! Van Gogh. İnanabilmek için değil belki de inanamadığı için çıldıran adam! Sırf güneşe bakabilmek uğruna gözlerinden olan adam! Adam! (sf. 101)

Ey talib! Putlarını terk et, çünkü hepsi bir gün seni terk edecekler. Sen seni terk etmeyecek olanı ara! Öfke içinde değil, şefkatle ve rahmetle. Sadece Kadir gecesinde, Beraat gecesinde değil, her gece. Kendini ara! Elinde kandille. (sf. 104)

Mattisse’e bir gün Louis Aragon şöyle sorar: “Gördüğünden (modelinden) sapacak olduktan sonra, bir sanatçı neden ille de bir modele ihtiyaç duyar? Matisse’in cevabı gayet yalındır: “Önünde bir model olmadığı takdirde, sanatçı ne’den sapacağını (ne’yi bozacağını) nasıl bilecektir. (sf. 114)

İçine çekilmen gereken bir kendiliğin bile yok. Bir sığınağın. Bir mağaran. Tek başına için için ağlayabileceğin bir odan. Hüznün yok çünkü. Madem mahzun değilsin ey tâlib, niçin kendini aç bırakıyorsun. (sf. 119)

Aktaran: Ömer Ertürk

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir