
Künye: İstanbul’da Yaşama Sanatı, A. Halûk Dursun, Timaş Yayınları, 14. Baskı, İstanbul, 2015.
***
Nostalji yazıları hemen hemen her konuda kendisini gösteriyor, ama özellikle İstanbul’da nostalji aldı başını gidiyor. Hep “nerede o eski İstanbul, Boğaziçi?”, “nerede o eski yalılar, özlenen konaklar, sokaklar” edebiyatı, “ “nerede o eski tatlar, kokular, eski insanlar, geçmiş günler” teranesi… (s. 18)
İstanbul, Hekimoğlu Ali Paşa, Koca Ragıp Paşa, Topkapı 3. Ahmet gibi güzel kütüphaneleriyle kitaba verilen kıymeti, bina kitabelerinden, mezar taşlarına kadar sanatın incelikleri ve hayvanlar için kurulmuş özel vakıfları, kuşlar için yapılmış kuş evleriyle başka örneği olmayan bir şehirdir. (s. 22)
Çözüm, imanını, ihlasını kurtaran, müesseselerini kurtaran muhafazakârların artık biraz da sanat, estetik gibi “ince işler”e el atmasıdır. (s. 28)
Şimdi gelelim bizim şehrimizde, bizim İstanbulumuzda ki yaşama sanatına: Öncelikle mutlaka bu şehirde nostaljiye takılmamak, mazide kalmamak, ah’lar vah’lar arasında sıkışmamak, yaşayanın, mevcudun, kalabildiği kadarıyla eldekinin tadını çıkarmanın peşinde olmalıyız. İstanbul’da yaşama sanatının sanat haline gelmesi için bu tarihî şehir iyi tanınmalı, yedi tepesinden kıyısına, parkından dağına, tarihî Osmanlı çınarlarından, taşlardan fışkıran Centrantus Ruber’lerine kadar iyi bilmek gereklidir. (s. 30)
Kış gelip kar yağdığında Boğaz’a bir de o haliyle uzanarak İstinye-Zeynel’de mis gibi kokan sıcacık bir salebi yahut suriçini tercihle Vefa’dan Tavşanlı’nın Çorum’un sarı leblebisiyle Vefa bozasını içmeyi sakın ihmal etmeyin. (s. 31)
Sultanahmet Meydanı’nda Ayasofya’ya doğru yürüyüp, 3. Ahmet Çeşmesi’nde “Aç besmeleyle iç suyu Han Ahmet’e eyle dua” kitabesini okuyarak şehrin bu en eski bölgesindeki anıt niteliğindeki yapılarıyla İstanbul’un neden imparatorluklar merkezi olarak seçildiğini idrak edin. (s. 32)
Eskiler “şerefü’l mekân bi’l-mekin” demişler. Bir beldenin kıymet ve şerefi orada oturanlara bağlı. Yüzlerce yıl bu tarihî beldeye ne kadar çok mübarek insan şeref katmış. Taa Ebâ Eyüb El-Ensari Hazretleri’nden Akşemseddin Hazretleri’ne, Sultan Fatih’ten nice Sâhib-ül Seyf ve’l Kalem Sultan’a kadar. (s. 35)
İstanbul’u iyi tanımak, “biliyorum” diyebilmek zordur. Ama bütün bir İstanbul’u iddialı bir şekilde biliyorum demek yerine, İstanbul’da “bilinmezse olmaz” olan, “görülmezse olmaz” olan, “tanınmazsa çok ayıp” olan mekânlar ve eserler vardır. (s. 41)
Günümüzde yeni yapılan camilerde duvar yüksekliği, minare uzunluğu gibi ölçüler lüzumsuz bir kaygıyla abartılmakta ve ortaya ahenksiz, nispetsiz, devasa fakat sevimsiz mabetler çıkmaktadır. Hâlbuki bütün camilerin abidevî, çok ve yüksek minareli olması şart değildir. Osmanlı, İstanbul’da mahalle içlerinde, mütevazı eserlerde ahşap çatısıyla, köşk minareleriyle önümüze ve gözümüze birçok güzel örnek koymuştur, ama görene! (s. 54)
İstanbul’da Sinan’ın eserleri gezilirken Süleymaniye’den sonra bana göre görülmesi gereken ikinci külliye Üsküdar Toptaşı’ndaki Atik Valide’dir ki onun hakkında ayrı bir yazı yazdığımızdan üzerinde durmayacağız. (s. 56)
Devlet büyüklerimizin bayram namazını kıldığı cami, Sultan Abdülmecit döneminde yaptırılmış Avrupai tarzda bir Osmanlı Camiidir. Boğaziçi’nde, Avrupa yakasında, Tophane’deki Nusretiye, Ortaköy’deki Büyük ve Küçük Mecidiye Cami’leriyle beraber son dönem Osmanlı mimarisinin güzel örnekleridir. (s. 60)
İstanbul’dan günümüze intikal etmiş eski sokaklar ve tarihî evler örnek olarak gösterilemeyecek kadar azaldı. Bir zamanlar ahşap konakların, köşklerin, cumbalı evlerin sıra sıra dizildiği eski mahalle dokusu ortadan kalktı. Bugünün gençlerine eskiden nelerin yandığını, nelerin yıkıldığını anlatmak yerine bugüne hangilerinin intikal edebildiğini anlatmaya çalışacağız. (s. 73)
Ne garip bir tecellidir ki, İstanbul’un fethinin üzerinden yıllar geçtikçe kutlama şenliklerinin dozu artıyor. Fetih nesli, fetih ruhu azaldıkça, şenlik nesli, şenlik ruhu çoğalıyor. Bu seneki fetih kutlamaları da âlâ-yı vâlâ ile şatafat, çatapat, tezahürat ile geçti. Korkuyorum yakında densizin biri “fetih festivali” icat edecek. (s. 79)
Son yıllarda toplumumuzda meydana gelen bozulma en üst kademeden basit halk yığınlarına, kıyı kesimlerinden iç bölgelere kadar yayıldı. Bu konuda medyanın maalesef menfi tesiri oldu. Belki bazı belediye başkanlarımız büyük şehir meydanlarında ışıklı levhalarda “edep yâhû” yazdırarak bütün şehir halkına toptan hitâb etmeyi düşünebilir. (s. 85)
İstanbul Boğazı, her ne kadar Haydarpaşa Limanı’yla Ahırkapı Feneri arasından başlatılabilirse de, Boğaziçi özelliğine Tophane-Salacak arasında kavuşur. Bu başlangıç Rumeli Feneri-Anadolu Feneri hattına kadar uzayabilmekle beraber Rumelikavağı- Anadolukavağı sınırında son bulur. Boğaziçi kültürü bu sahalar arasında bulunan bölgelerde yaşayan insanların hayat tarzını, toprağa, suya ve havaya olan uyumlarını yahut uyumsuzluklara buldukları çözüm şekillerini ifade eder. (s. 89)
Aktaran: Abdülmelik Keskin