I. Bilginin Kaynağına İlişkin İki Felsefe Görüşü: Rasyonalizm ve Ampirizm
Felsefe tarihine bakacak olursak, başlıca iki felsefe görüşünün, bilginin kaynağını açıklamak için rekabet ettiğini görürüz. Bu felsefe görüşleri, rasyonalizm ve ampirizmdir. Rasyonalizme göre bilgiye akılla erişilir. Rasyonalist filozofun gözünde duyular güvenilir değildir; duyu gözlemleri hem kesin bilgi sağlamaz hem de yanıltıcı olabilir. Oysa rasyonalist filozof, kesin bilgi ve mutlak hakikat peşindedir. Bu kesinlik ihtiyacı yüzünden onun gözünde matematik ideal bilgidir. Doğa kanunlarında mutlak kesinlik bulma arzusu onu, tutarsız, güvenilmez ve değişken gözlemlerden yüz çevirip akla apaçık görünen mutlak ve değişmez prensipler koymaya ve sonra da o prensiplerden zorunlu tümdengelim mantığıyla kesin sonuçlar çıkarmaya yöneltmiştir. Zihninde sabitleştirdiği bu akıl temeli üzerindeki hakikat binası, rasyonalist filozofu psikolojik bakımdan tatmin etmiştir. Fakat rasyonalist filozof, gevşek bir zemin üzerinde heybetli bir bina kurmuştur. Çünkü ona apaçık görünen mutlak ve değişmez prensibin sorgulanması gereği kabul edilirse, o prensipten zorunlu bir mantıkla çıkarılan bütün sonuçlar da şüpheli olur.
Ampirizme göre bilginin kaynağı duyulardan gelen deneyimdir. Ampirist filozofun gözünde her türlü duyumdan önce zihin, boş bir levhadır. Böyle olunca insanın deneyim kazanma sürecinde, duyuların gösterdiğinin ötesine geçen her hüküm temelsizdir. Şimdiye kadar suyun yükseklerden aşağılara aktığını gördük ve her zaman da öyle olacağına inanıyoruz. Böyle olmakla birlikte yarın da öyle akacağının kanıtı elimizde yoktur. Yarın ırmaklar yukarı akarsa ne olacak? “Öyle şey olur mu?” diyebilirsiniz. “Şimdiye kadar suyun yukarı aktığını hiç görmedim ve geçmişten geleceğe ilişkin çıkardığım bütün sonuçlarda hep başarıya ulaştım.” Ampirist filozof, “işte yanılgı burada” der. “Tümevarım yoluyla sonuç çıkarmanın geçerliliğini tümevarım yoluyla kanıtlamaya kalkışıyorsunuz.”
Size verdiği cevapta tutarlı olsa bile bilgiye erişme konusunda ampirist filozof bir çıkmazdadır. Duyumlardan başka bilgi kaynağı yoktur dediği ve orada kaldığı için olayların ayrı ayrı algılarının ötesine geçen bir bilgi geçerli olamaz. Bu prensibe bağlı kalırsak sırf geçmiş olayların ne olduğunu biliriz, gelecek önünde bilgisiz kalırız. Olayların nasıl olacağına ilişkin meşru ve makul bir tahmin bile yapamayız. O halde radikal bir ampirizme göre ne tek tek olaylar arasındaki bir bağdan emin olabiliriz ne de gelecekte ne olacağını bilebiliriz. Kısacası hiçbir zaman bilme konumunda olamayacağız. Oysa bilgi, fiziksel olayların ilişkilerini bildirerek gelecekteki olayları kestirmeye imkân vermelidir. Böyle bir şey olabilir mi?
II. Rasyonalizm, Ampirizm ve Modern Bilim
Bilginin kaynağına ilişkin bu iki felsefe görüşü karşısında modern bilimin avantajı, bilgiye erişme metotlarının meşruluğu meselesini, bu meseleyi cevaplandırma konumuna gelinceye kadar ertelemek olmuştur. Bilim böylece doğrudan bilme işine girişmiş, aklının erdiği yollardan bilmeye çabalamıştır. Modern bilim, rasyonalizmin akla ve ampirizmin duyu verilerine verdiği önemi, bilgiye erişme stratejisi çerçevesinde ilginç bir biçimde birleştirmiştir. Bilimin görevinin, duyularla gözlenebilen olayları anlamak, yani onların oluşumunu açıklayıcı bir fikre varmak olduğunu kabul eden bilim, gözlenen olayları akılla anlamaya çalışmış, fakat sonra da anlayışını temsil eden fikrin doğruluğunu, yeni birtakım olayları bir muhakemeye göre kanıt tutarak sınamak istemiştir.
Bilim adamlarının başlangıçta kesin olarak doğru kabul ettikleri herhangi bir fikir olmadığı için onlar, akıl yoluyla muhakeme yürüterek kesin sonuçlara varamayacaklarını kabul ettiler. Bir fikrin gözlemleri çelişkisizce açıklaması fakat yine de gerçek olmaması mümkündü. Çünkü gözlemler üzerinde düşünerek varılan açıklayıcı fikir, kendi içinde ve gözlemlerle tutarlı olmakla birlikte, ona zorunlu bir muhakemeyle ulaşılmıyordu. Bunun için gözlemler üzerinde düşünerek ulaştıkları her açıklayıcı fikir sınanmaya muhtaçtı. Fakat bir strateji olarak varsayım konumundaki açıklayıcı fikri, sanki kesin olarak doğruymuş gibi kabul edip onun zorunlu mantıksal sonuçlarının doğa karşısında doğru olup olmadığına bakılabilirdi. İşte bir bilimsel deney, böyle bir stratejiye göre, o deney tasarımını doğuran fikri sınar.
Varsayımdan yapılan çıkarımla elde edilen zorunlu mantıksal sonuç, çıkarımda belirtilen koşullarda yapılan deney sonucuyla karşılaştırılır. İkisinin uyuşup uyuşmamasına göre fikir sınanmış olur. Uygunluk yoksa, doğa karşısında yanlış olan sonuçlara götürdüğü için varsayımın yanlışlığına hükmedilir. Uygunluk varsa, varsayımın doğru olma olasılığı vardır. Başka birtakım koşullarda neler olacağına ilişkin başka çıkarımlara göre yapılan deneyler de uygunluk gösterirse varsayımın doğru olma olasılığı kuvvetlenir ve varsayım, bilim adamlarının sonraki muhakemelerinde doğruymuş gibi kabul edilir.
Fakat bu daima stratejik bir kabuldür; kesin olarak doğruluk anlamına gelmez. O zamana kadarki sınama işlemlerinin desteklediği fikri, düşünceye bir yön vermek için aksi gösterilinceye kadar doğru kabul etmek, düşüncenin verimliliği bakımından iyi bir stratejidir. Bu strateji çerçevesinde bilim, doğru kabul edilen fikri, uyuşmazlık gösteren yeni kanıtlara göre değerlendirmeye ve gerekli olduğunda değiştirmeye açıktır. Esasen bilimin sürekli ilerlemesinin sebebi de önceki yanlışlıklarını düzeltmeye böyle bir stratejiyle açık olmasıdır. Bilim, gözlenebilir olayların açıklanmasıyla ilgili olarak olasılıklı bilgi kavramına bağlanmıştır.
Bilim, rasyonalizmin ve ampirizmin imkân vermediği biçimde, bilgiye ulaşma imkânının olduğunu bize kabul ettirmiştir. Fakat bilim çerçevesindeki bilgi, var olan sınama işlemlerinin kanıtlarına göre doğru kabul edilen, fakat kesinlik iddiası olmayan, olasılıklı ve değişmeye açık bir bilgi türüdür. Rasyonalizm ve ampirizm dışında bilgiye ulaşma konusunda üçüncü bir felsefe görüşü olan septisizm, temelden ve prensip itibarıyla şüphecilik göstermektir. Bilimin yaklaşımı septisizm değildir. Bilimde bilgiye ulaşma ümidi vardır. Fakat ulaşılan bilgi daima olasılıklı bir bilgidir. Bilim gerçeği akıldan üretmez; sırf duyuların gösterdiğiyle de yetinmez; temelden şüphecilik de göstermez. Bilim, ulaşabileceğine inandığı nitelikte, yani bir olasılık derecesiyle doğru olan ve yeni sınama işlemlerinin gereklerine göre düzeltilebilen türde bir bilgiyle, gözlenebilir olaylar evrenini anlamaya çalışır.
Ne garip bir durumdur ki bilimsel araştırmalara dışarıdan bakarak hayran olanlar bilimsel bilgiye, o bilginin doğmasına araştırmalarıyla katkıda bulunan bilim adamlarından daha çok güven duyarlar. Bilim adamı, teorisini kuruncaya kadar ne gibi güçlükleri yenmek zorunda kaldığını bilir. En sonunda olayları açıklayıcı bir hüküm demek olan teorisinin doğadan gelmediğini, onu kendi zihninde kurduğunu da bilir. Hatta var olan gözlemlere uyan teoriye ulaşmada bazen talihinin yaver gittiğini de kabul edebilir. Doğanın kendi gözlediklerinin ötesinde bilinmeyen olayları gizlediğini ve bir gün yeni gözlemlerin teorisine güçlük çıkarabileceğini de düşünür. Bir bilim adamı olarak ne kendi ne de başka biri, son hakikate erişildiğini asla ileri sürmeyecektir; çünkü böyle bir iddianın olduğu ve kabul gördüğü yerde bilim biter. Orada, bilimsel bilgi ortaya koyma konumundaki teori, değişmez bir doktrine dönüşmüştür.
Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar
Kaynak: İnsan Düşüncesinin Boyutları, Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar, Ötüken Neşriyat, 3. Basım, Sayfa:16-19