Edebiyat Yazıları I

Künye: Edebiyat Yazıları I, Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları, İstanbul, 8. Baskı, Eylül 2017

***

Sanata kaynaklık eden din, dini bozmayan sanat disiplini, İslam uygarlığının temel ilkelerinden biri olmuştur. Dinle sanatın en çok içiçe girdiği Mesnevi’de de bu dikkat, bütünüyle korunmuştur. Din dindir, sanat sanattır; ikisinin ilişkisi olsa da. (syf. 18)

Fuzûlî ile Nedim arasında, belki garip, fakat büyük bir yakınlık olduğunu görmek için ikisinin divanını arka arkaya okumak yeterlidir. Bu yakınlığı bir biçim yakınlığı, söyleyiş yakınlığı gibi görmek yanlış olur. Bu, daha çok bir ruh yakınlığı, aynı dünyayı iki uçtan solumadan gelen bir yakınlıktır. Nedim, Fuzûlî’nin yaşadığı çağda ve yerlerde yaşasaydı, yine de belki bir Fuzûlî olamazdı. Ama, onun ne kadar yakınından geçerdi! Ve kim bilir belki, Fuzûlî de, Lale Devrinde İstanbul’da yaşayan ve devlet ileri gelenlerince değeri bilinen bir şair olsaydı, kuşkusuz, yine de bir Nedim olmazdı; ama, bugünkü Fuzûlî’den çok Nedim’e yakın bir şair olurdu. (syf. 28-29)

Sanat eseri, yaratışın taklididir, yaratılanın değil. Yapıt, yaratılanın taklidi oldukça değerden düşer. Yaratışın her an yeni kalışındaki, orijinal oluşundaki sırrı anladıkça da yoğunlaşır. (syf. 33)

Tabiata olan dikkatini yitiren sanatçı, giderek ölü bir soyutlamanın mahkûmu olacaktır. Tarihin, insanlığın ördüğü eserler ağının üzerine eğilmeyi terk eden sanatçı, dış realitenin katı kabuğunu kıramayacak, fotoğrafçı veya röportajcı sınırının ötesine geçemeyecektir. Kendi eserlerinin kurallarına fazla bağlı kalan sanatçı da kozasının içinde hapsolan ipek böceği gibi kendi kendini geçmişinin mezarına gömmüş olacaktır. (syf. 39)

Sanatçı, nesneyle hesaplaşan adamdır. Sanatçı, nesneyi yorar. Şu esrarlı yolculukta, nesne, Musa sanatçı, Hızır’dır. Nesne, süreklice sanatçıya sorular yöneltir, itiraz eder. Direnir ona; süreklice onu reddeder. Ona, en umulmadık yerde ve anda ihanet edebilir. Onu, en beklenmedik zamanda ele vermek ister. Onu yarı yolda bırakabilir. Ona baştan başlamak ihtiyacını hissettirebilir. Güneş olur, gözünü kamaştırır; gölge olur, gönlünü karartır. (syf. 40) 

Şiirde, belki bir andaki bir duygumuz, bir etkilenişimiz, bir duyarlık şiddetlenmesi, bir izlenim, bir umut, hayatımızdan çekip çıkarılarak, soyutlanarak, ya da somutlanarak kullanılır. Bir ipucudur o, şiirin doğuşu için. Yola çıkılan ilk nokta. Ancak, şiir tamamlanıncaya kadar; şairden esere bir akış, eserden de şaire bir akış olmalıdır. Şiir, âdeta şairin duyarlığı üzerinde açan bir çiçek gibidir; onu tam açılımını yapmadan kopardığınızda çabuk solup gider. Oysa, romana ve hikâyeye giren otobiyografik parça, her şeyden önce sanatçıdan kopmalı ve eserin “vicdan”ına terk edilmelidir. O artık sanatçının değil, eserdeki kahramanın hayatını aittir. (syf. 43) 

Şair, bir toplum için başlı başına bir devrimdir. Şairden önceki toplulukla, şairden sonraki topluluk arasında bir fark vardır. O, sanki araya giren garip ve esrarlı bir unsur olarak, cansız toplumu harekete geçirir, onu diriltir. (syf. 47)

Şairi olmayan millet, yok demektir. Şairlerini görmeyen millet, kendini görmüyor, şairlerini yaşamayan millet, yaşamıyor demektir. (syf. 54)

Osmanlı tarihini, şairlerin divanını okumadan, tümüyle kavradığını iddia eden kişi; yanılgıya düşmüştür. Şairler, bize, hükümdarların, devlet adamlarının, çağın etkin kişilerinin canlı portrelerini vermişlerdir. Onları canlı olarak çağımıza getirmektedirler. Edebiyatı kale almayan tarih, eksik kalmıştır. (syf. 65) 

Geceye yenilmeyen her kişiye, ödül olarak bir sabah ve bir gündüz, bir güneş vardır. Ve şair, her sabah, armağan olarak, bir güneşe kavuşmağa en lâyık kişidir. (syf. 69)

Bütün sanatlar onun ateşini çaldı. Böylece, her sanata şiir yayıldı. Bunun içindir ki musiki parçasında şiir, resimde şiir, mimaride şiir, sinemada şiir aranır. Ama, yine de şair, şair olarak kalmak ve kaynağını saf ve arı korumak zorunda. (syf. 70)

Şiirin gerisinde insan olmalıdır. “Her çağda, her şiirle yenilenen”. İnsansız şiir tez ölür. Şiirimizdeki bazı serüvenler, iyi olmayan örnekleriyle tepki ya da ilgisizlik uyandırıyorsa, insansızlıklarındandır o şiirlerin. Şirine insan ya da insanlık fonunu koymayanlar kaybedecek, okur, şiirlerinde bozuk bir geometriden başka bir şey bulunmayanları fark edecektir hemencecik. (syf. 80)

Şiirin birimi şiirdir. Onu biçim (şekil) ve öz (muhteva) diye ikiye ayırmak sadece poetikada olabilir. Yoksa biçim ve özü şiirden ayrı ayrı çekip çıkarmak mümkün değildir. Kendine mahsus bir özü olmayan şiirin biçimi de yok demektir. (syf. 89)

Şairin genel çizgilerini, pergünt üçgeni dediğim, üç ilkeyle anlatıyorum: 
1- Şair, kendi kendisi olmalı. 

2- Şair, kendine yetmeli.

3- Şair, kendinden memnun olmalı.
(syf. 91-92-93)

Çile, her sanat adamı için varoluş şartı. Ancak, sanat, onu aşmakla başlar. Acılar, çileler, ancak hatıra olarak dönüştürülen sevinç olarak sanatın harcına karışırlar. Burada, bahsettiğim sevinç, nefsden, bedenden gelen hazlar değil, ruhun ışımasından doğan aydınlıktır. (syf. 94)

İnsanın ufku mümindir. Müminin ufku Peygamber. Peygamberin ufku da, mutlak gerçeklerin habercisi, her peygamberi şahsiyetinin katlarında bir yaprak gibi bulunduran Son Peygamber… Peygamber nasıl insanın ufkuysa, Na’t da şiirin ufkudur. (syf. 103)

Heykel, insanı; belki, kendi vücudunun ölü şemasına ve bilgisine götürür. Na’tsa, ruhunun görünmez görünüş ve oluşlarına, bilinmez bilgilerine.
İki eşsiz na’tı örnek verelim:
“Su kasidesi”nde insan, denizi arayan bir kaynak suyu gibi, o âleme doğru gider. O âlemin aşk ve ayrılık acısıyla başını taştan taşa vurup gezer. Şeyh Galip’in na’tında da insan, ebedi sultanlığı İlâhî takdirle takdir ve İlâhî hükümlerle teyîd edilmiş olan Peygamber’i sonsuza kadar bütün ufukları dolduran ümmetinin ortasında, dimdik ve pırıl pırıl durur gibi görür. (syf. 106) 

Gelenekten yararlanma sözü de çağımızda oldukça yanlış anlaşılmaktadır. Geçmiş şekilleri taklit, ya da onların adlarını kullanma biçiminde algılanmakta bu kavram. Oysa, geleneğe bakış, her şeyden önce, o geçmiş zaman eserlerini sevmek, onlardan zevk almayı bilmek, geçmiş sanatları ve şairleri daha yakından tanımaya çalışmak, âdeta onlarla birlikte olmak, onlarla gün geçirmek, zihinde ve hayalde olsun, onların eserlerini vermelerini izlemek, buna tanık olmak ve bu izleyiş ve tanıklıktan, sonsuz bir mutluluk duymak demektir. (syf. 111)

Aktaran: Oğuzhan Yılmaz

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir