Allah’ın Emri Zaid/Plus Peygamberin Kavli

künye: allah’ın emri zaid / plus peygamberin kavli (şairin devriye nöbeti-6.cilt), ismet özel, şule yayınları, ocak 2010, 1. baskı 

***

1945’te almanlar savaşı kaybedince millî şef’in elinden türkiye’nin kahramanı olma fırsatı alındı. (sy. 16)

1963 yılında, karanfil sokak’ın meşrutiyet caddesi’ni kestiği yerde türkiye işçi partisi’ne üye oldum. o günlerde, belki TİP’e kayıtlı birkaç SBF öğrencisi daha vardı (sayılarının iki elin [hatta tek elin] parmağını geçmeyeceğine bahse girerim); ama yakasında TİP rozeti bulunduran tek mülkiye talebesi bendim. millî istihbarat teşkilâtı solcu SBF öğrencilerini benim tesirimden kurtarmak için mümtaz soysal’ın sözüne kulak veren kutlay ebiri’ye abd’li solculuğa yakışan “barış derneği” kurma yolunun açılmasına ses çıkarmadı. “barış derneği” şahsım dışında bütün SBF’lilere açıktı. (sy. 16)

“biz” kimdik? türk ne demekti? devlet ve millet kelimeleri neleri ihata etmekte idi? bu sualler kast-ı mahsusla cevapsız bırakıldı. günü kurtarsak bize yeter denildi. hâlâ öyle denmektedir. (sy. 17)

yazma çabasıyla geçirdiğim otuzüç yıllık zamanın her dakikasını sırtımda yumurta küfesi olduğu zehabıyla yaşadım. yani yazı işi benim için hep bir hesap verme, asla dair açıklamalara ulaşma çırpınışı anlamı taşıdı. (sy. 28)

gezilerin birinde adolf hitler yanındakilerle köyün hanına girer. handa köyün ileri gelenleri ve yöneticileri vardır. et yemediği ve alkollü içki kullanmadığı için hitler kendisine maden suyu ısmarlar. bunun üzerine orada bulunan herkese garsondan maden suyu ister. yalnız uzun masanın diğer ucunda oturan civar ahalisinden safça biri “bira!” diye seslenir garsona. yanında oturanlar dirsekleriyle dürterler adamı ve merak içinde çevreye dikerler gözlerini. hitler adama dönerek seslenir: “köyde ikimizden başka dürüst insan kalmamış anlaşılan.” (sy. 42)

müslümanlar ne yapıp edip dünya sistemi’nin tekerleğine çomak sokmalıdırlar görüşünü savunuyoruz. ve ilâveten diyoruz ki bu sistem hükmünü icra ettikçe, islâmî etkinlik adına gerçekleştirdiklerimiz ya suya yazılmış yazılar mesabesinde olacak yahut sistemin çarklarının dönüşüne yarayan yağ yerine geçecek. (sy. 49)

bugüne kadar yazdıklarımı ilgiyle okuyan herkesin bir yol arkadaşım olabileceğini varsaydım veya umdum. bu yüzden okuyucuma bir görüş telkin etmek yerine, onlara yapılan telkinatın tehlikelerini belirtmeye gayret ettim. benim yaptığım bir bakıma yürürlükteki gazete yazarlığının dışında bir işti. hâlen kendimi kendi tarzıma bağlı sayıyorum. ne var ki şimdiki şartlar benim tarzım için elverişli atmosferi ya daraltıyor, yahut kirletiyor. (sy. 87)

nurullah ataç, cumhuriyet rejiminin dini bayramları resmî tatil kabul eden tutumuna şaşar ve sorardı: madem bizler devrimci olduğumuzu söylüyoruz o hâlde neden bilinçsiz kalabalığa uyup bayram yapıyoruz? (sy. 92)

kemalistler devrimler gerçekçi idi. çünkü britanya imparatorluğu’nun istiklerine uygundu. 27 mayıs 1960 ihtilali gerçekçi idi. çünkü o dönemde ABD emperyalizminin ortadoğu politikalarının yürümesine engel çıkarabilecek bir yönsemeyi izale etmişti. 12 eylül 1980 darbesi ve bu darbenin mümkün kıldığı turgut özal iktidarı gerçekçi idi. çünkü milletler üstü şirketler hegamonyası tarzında tesis edilmiş yeni düzenin çarklarını yağlamakta öncülük etmişti. (sy. 98)

albert einstein yüzyılımızın ortalarında bir avrupa gezisinden ABD’ye döndüğünde hava alanında gazetecilerden biri ona “üstad, tanrının varlığına inanıyor musunuz?” sorusunu yöneltince fizikçinin cevabı şu olmuştu: “bana önce tanrıdan ne anladığınızı tanımlayınız, o zaman size ben inanıp inanmadığımı söylerim.” bu, 20’li yıllarda siyonist eyleme gönüllüce katılan, sinagogda beyaz üzerine mavi şeritli dindar kıyafetiyle viyola çalan, 1948’de israil’in ilk cumhurbaşkanı olmayı bürokrasiden anlamadığı gerekçesiyle üzülerek reddeden bir insanın cevabı. (sy. 119)

nebevî yönetim modeli insanları ideal dünya hayatının ne olduğu veya ne olabileceği düşüncesinden uzak tutmak üzere bahşedilmiştir. çünkü insanlar yeryüzünde cennet taamıyla doyurulsalar bile bundan tatmin olmaz, sarmısak ve mercimek isterler. nebevî yönetim modeli bir dünya cenneti kurmaya değil, hakikatin insanların hayrına insanlar uhdesinde bulunmasına yardımcı olmak için topluma hediye edilmişti. nebevî modelin amacı hakikatin muhafazasıdır. (sy. 131)

sözü çok uzattım galiba. böyle yapmak zorundayım. çünkü nasıl olsa hiçbir şey söyleyecek değilim. başımı belâya sokacak konulara girmeye niyetim yok. oysa gözüme hiçbir konu o konulardan daha çok yazılmaya değer görünmüyor. ucuz kahramanlık gösterisinin bir işe yarayacağı aklıma yatmıyor. böyle bir gösteriyi iyi bir roman kahramanı bile yapmaz, yapmamalı. (sy. 134)

yalnız türkiye’de değil, dünyanın her yerinde askerî darbeler 1945-1990 arasında metropolün çevreyi istediği hizaya çekmek için kullandığı enstrümanlardan biriydi. artık dünya sistemi bu adaptasyon iş için “sivil” enstrüman kullanmayı hem daha pratik ve hem daha kârlı saymaktadır. medya bu rantabl araçların başında gelmektedir. darbelerin askeri olanlarının modası geçti. (sy. 140)

bazı gayretkeşler emeklerini müslümanların sözünün geçtiği bir toplumda allah düşmanlarının kılına dokunulmayacağı kuramı üzerinde araştırmalar ve incelemeler yapmaya hasretmiş bulunuyor şimdiden. zaman zaman bu kuramın erken uygulamalarını sunan denemelere bile tanık olunuyor. eğer bu rüzgâr gücünü ve şiddetini artıracak olursa müslümanların kendilerini ülkemizde 27 yıl hükmünü yürütmüş tek parti yönetiminin ruhî şartlarına hazırlamak zorunluluğu  karşısında bulacaklarından korkarım. (sy. 151)

almanya’da adolf hitler’in führer olduğu yıllarda devletin adı üçüncü reich idi. reich’lardan birincisinin kutsal roma-cermen imparatorluğu, ikincisinin ise bismark döneminde başlayıp birinci cihan harbi ile sona eren alman imparatorluğu olduğu varsayılıyordu. hangi akıl her üç reich arasında bir irtibat kurmayı başarabiliyorsa, o akıl 14. asırda bu topraklarda tesis edilen devletin bugün hâlâ aynı devlet olduğunu anlamakta zorluk çekmez. bizim reich’ımız fetret devri yaşamış veya yaşar gibi olmuşsa da hep aynı reich’tır. (sy. 171)

dünya sistemi küfr sistemine bütün boyutlarıyla intibak etmiş durumda. küfr, küfre batıyor. küfr kendi batağında debelenirken pençelerinde tuttuğu her unsuru küfre batırıyor. durumu bilerek sistem içinde çözüm arayan hainler, durumu kavrayamadığı için sistemin pençelerinde teselli arayan salaklar küfrü yeni bir şekle sokmanın bunalımını izhar ediyorlar. (sy. 173)

“yavaş yavaş acele et” ibaresi latince “festina lente” sözünün tercümesidir. bu sözün bilhassa bizim ülkemiz için ne derin bir anlam taşıdığını çok önceden fark edebilmeliydik. toplum kurumlarımızı acilen ama yavaş yavaş değişime açarak zor durumda kaldığımız günlerde dayanacağımız birer güç hâline getirmeyi başarabilmeliydik. ama bunun tersi oldu yani ülkemiz üzerinde yavaş yavaş acele etme ilkesini uygulamaya koyanlar türkiye’nin düşmanları oldu. son yüzyılda önce sınai üretimin ülke gereklerine cevap vermek üzere gelişmesinin yolu tıkandı. sonra zırai üretimin millî pazarın canlılık kazanmasına yol açan özellikler taşımasını önleyecek tedbirler alında. bu iki müdahaleye eğitimde seviye düşüklüğü eşlik etti. bu düşüklüğü gerçekleştirenler öylesine yavaş yavaş acele ettiler ki başımıza örülen çorapların neler olduğunu anlamamız önce zorlaştı giderek imkânsız hâle geldi. türkiye’nin dünya milletleri arasındaki yeri bakımından ebediyyen “küçük” kalacağı ülkede yaşayanların kesin inancıydı. bu yüzden ülke içinde yönetimin iplerini sıkıca ellerinde tutanlar hiçbir zaman yavaş yavaş acele etmek için kafalarını yormadılar. (sy. 177)

dünyanın en çok satan şiir kitabı les fleurs du mal 1857 yılında fransa’da yayınladığı zaman baudelaire yazdıklarının toplum ahlâkına aykırı olduğu gerekçesiyle yargılandı. aynı yıl aynı ülkede yayınlanan madame bovary aynı gerekçeyle romancı gustave flaubert’in yargıç karşısına çıkmasına yol açtı. (sy. 185)

otoritenin tedirginlik duyup tedbir aldığı şeyin bizzat düşüncenin kendisi değil de, otorite karşısında beliren yeni iktidar, otoritenin yerine geçmeye hazırlanan rakip güç olduğunu farketmeliyiz. otorite geçerliliğinden emin olduğu sürece kendi aleyhine ne söz söylenirse söylensin öfkelenmez, hatta hoşlanır bile bundan. william shakespeare’in oyunlarındaki soytarıları düşünün. o soytarılar krallık yöntemiyle ilgili en acı gerçekleri dile getirmekten ve böylece düzene ilişkin keskin eleştirilerde bulunmaktan geri durmazlar, ama hep nihayet kralın soytarısıdır ve kral bazı şeyleri sadece soytarısından duyma zevkini yaşar. (sy. 187)

müslümanlar popüler kültürün küpüne daldırabilir, popüler kültürün dalgaları arasında yüzme başarısına talip olurlarsa ve yeni bir düzenleme ufkunu inkâr edip sağcılık tüpüne iade edilebilirse dünya sisteminin müdafaası için en etkili silahlar sağlanmış olacak. yani dünya sisteminin hükümranlığı karşısındaki en kavi engel, sistemin sıkı müttefiki hâline sokulmuş olacak. böylece sistem müslümanlar nezdinde sadık muhafızlara kavuştuğu için finansmanın bir kısmını ayırdığı ajanlara bile belki iş vermeyecek. bu başarıya ulaştıktan sonra dünya sisteminin artık düşmanı kalmayacak. (sy. 195)

gözyaşı dökmeyenler ve dökülen gözyaşından etkilenmeyenler insana mahsus bağlanıştan hiçbir şey anlamayacaktır. onlar bu anlayışsızlıkları ve katılıkları içinde sadece muzaffer olmanın gururuna taliptir. onlar şereflerini, bulutsuz bir gök altında ve üzerinde ot bitmeyen bir toprak üstünde elde edeceklerini sanırlar. dünyalıdırlar ve fakat dünya yine de onlara geçit vermez. dünyanın geçit verdiği, dünyanın dünyalığında utanıp karşılarında kendini saydamlaştırdığı insanlar, sadece gözyaşı dökenler ve gözyaşlarından etkilenenlerdir. cennet özlemi hiç kimsede ağlama üstünlüğünü kazanan o kimseden gözyaşı döken o insandan daha canlı olamaz. gözpınarları kuruyanların resûlûllah’ın sünnetini ihyâ edecekleri hayal bile edilemez. (sy. 197)

 

Aktaran: Mücahit Emin Türk

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir