Yarası olana bant, olmayana yara

Bir tıkanmışlığın içinde, bir ağrının diğer ağrıya bıçak sağladığı günün ertesinde gördüm onu. Yüksek katlı binaların, ışıltılı caddelerin en şatafatlı tarafında, kalabalık bir bulvarın köşesine açılmış dükkânın hemen yanında duruyordu. Başını öne eğmiş, yaslandığı duvarın önünde sessizce bekliyordu. Çok uzun olmayan sakalı kar gibi bembeyaz, kaşları saçlarına doğru hilal biçiminde uzanıyordu. Yüzlerce insanın çeşitli maskelerle yürüdüğü bu yolun orta yerinde, en sade haliyle etrafına ışık saçıyordu. Önünden geçen insanlara bakmadan, en iyi bildiği şeyi yapıyordu; duruyordu. Durmak bir eylem olabilir miydi? Bir insan durarak, yüzlerce hareketin anlatmak istediğini, anlatabilir miydi? Hareketin kibri, durma eyleminin mütevazılığının yanında öyle bir eriyordu ki, bir insan ancak bu kadar güzel durabilirdi.

Bir satıcı olsa elindekileri satmak için bir kaç cümle kurması gerekmez miydi? Onu izlemeye başladığım andan beri tek kelime etmemiş, önünden geçen insanların onun varlığını hissettirecek tek harekette bulunmamıştı. Her hareketinde olgunluk, ellerini kaldırışında bile bir nezaketin varlığı seziliyordu. Önünden geçen insanların; renksiz, durgun ve olabildiğince sade bu adamı fark etmeleri çok zor bir ihtimaldi. Aşırılığın, şatafattın, abartının hüküm sürdüğü bu dönemde, gözlerimiz sade ve doğal olan şeylere yabancılaşmıştı bir kere. İki koca apartmanın heybetinin arasında kaybolan kaysı ağaçlı şu ahşap evi, kimse görmüyordu mesela. Takım elbiseli müşterilerin önünde el pençe duran dükkân sahipleri, seyyar satıcıları kovalıyordu diğer sokakta. Gösterişin insanın kimliğinin önüne geçtiği bu dönemde, yetmiş yaşlarında ve heybesinde bir şeyler satmaya çalışan bu adamın varlığı elbette çok da önemli değildi. Bu düşüncelerle onu izlerken kalabalığın arasında süzülen iki bayan adamın önüne geçip, durdular. Kadınlardan biri adamla konuşurken, diğeri cüzdanından bozuk para çıkarmaya çalışıyordu.

O duruşunu hiç bozmadan, kafasını kaldırıp hafif bir gülümsemeyle karşılık verdi. Başını tekrar önüne eğip, heybesine doldurduğu yara bantlarından iki tanesini bayanlara uzattı. Bayanlar parayı verip uzaklaşırken, o aldığı parayı saymadan ceketinin cebine attı. Garip bir hali vardı. Onu izlerken anlamaya çalıştığım bu halin, beni gitgide içine çekiyor olmasına da engel olamıyordum. Sıradan bir insan ve rızkını kazanmaya çalışıyordur diyerek; yoluma devam etsem, ben de kayısı ağaçları arasından gülümseyen bu evi, belki de bir daha fark edemeyecektim. Yerimde duramıyordum. Koşup sarılmak, en azından onunla birkaç kelime kurmak istiyordum. Sadece dakikalar öncesinde gördüğüm bu adamın, yıllardır tanıdığım ve çok sevdiğim bir yakınıma duyduğum özlem hislerini içimde yeşertiyor olmasına ise bir türlü anlam veremiyordum.

Yanına doğru yürümeye başladığımda yüzümde bir tebessüm, içimde anlayamadığım bir huzurun kıpırtısını hissetmeye başlamıştım. Ona selam veriyor olmaktan mutluluk duyuyordum. Birine selam veriyor olmak insana anlam veremediği bir mutluluk veriyorsa muhabbet elbette bir fazlasını katacaktı. Usulca yanına yanaştım. Kafası önünde, kaşları beyaz bir bulut huzmesi gibi… Selam verdim. Çok içten ve oldukça tok bir ses ile karşılık verdi. Kafasını kaldırdı. Gülümsedi. Zihnimde onun yanına gelmeden önce kurduğum onlarca cümle bir anda kaybolmuş, kekemeye dönmüştüm.

“Yara bandı…” diyebildim sadece.

Gülümsedi. Bu gülümseyiş, öyle sıradan bir gülümseyiş değildi.  Gözlerinin içinde yeşeren bir şeyin kalbinize doğru aktığı bir huzur alışverişi sanki. Heybesinde tutuğu yara bantlarından bir tanesini çıkarıp bana doğru uzattı. Aldım ama ne yapacağımı bilmiyordum. Para geldi aklıma, cebimdeki bozuklukları uzatıp eline tutuşturdum. Yanındayken sırtımda başlayan bir uyuşmanın yavaş yavaş zihnime doğru yükseldiğini hissedebiliyordum. Çok kısa süreliğine de olsa meydana gelen bu bağ beni rahatlatmış, uzun zamandır karanlık bir koridorda gezinen zihnim aydınlık bir pencerede mola vermişti. Yanından ayrılmak istemiyor, tüm yara bantları bitene kadar bu alışverişin devam etmesini istiyordum. Ancak kendi dünyasında yaşadığı hal, o istemedikten sonra onunla iletişime geçilmeyecek kadar yüksek bir olgunluktaydı. İstemeden de olsa, kısa süren bu alışverişin sonuna gelmiştim.

Yanından neden hemen ayrıldım, bilmiyorum. Biraz konuşabilir, belki bir çay içebilirdik. Ama o konuşmak için orada durmuyor, aksine biriktirdiği suskunluğunu şehrin gürültüsü içerisinde daha da derin bir kuyuya atmaya çalışıyordu. O istemedikten sonra ne yaparsam yapayım konuşamayacaktım. Ancak bu huzur alışverişinin kısa sürmesini de bir türlü hazmedemiyordum. Çeşitli vesilelerle girdiğim çıkmaz yolların, beni uçurumun kenarına bir adım daha yaklaştırdığı bir dönemdeydim. En büyük mutlulukların bile ağzımda acı tat bıraktığı, nice maddi doygunluğun yük olmaktan başka bir işe yaramadığı bu evrede; bu adamın uzaktan duruşuna bakıyor olmaktan huzur bulur hale gelmiştim. Derdime aradığım dermanın, derdime yeni bir dert açmaktan öteye gidemediği şu günlerde, bu ihtiyarın hiç bir şey yapmadan bana iyi gelmesi ise sadece yaşayanın anlayacağı bir şeydi. O fark etmeden bu kalabalığın arasına düşmüş bir yara kapatıcı, bir ağrı kesiciydi. Ama kısa sürmüştü ve bu kadar erken bitmemeliydi. Sonraki günlerde aynı yoldan her geçişimde gözlerim onu aradı ama yoktu. Nereye gitmişti? Neden gitmişti?

Hayat akışı içerisinde meydana gelen olaylara tesadüf gözüyle bakmak, yaşanan olaylardan anlam çıkarmayı engeller. Ama hayata her olayın bir tevafukun eseri olduğu bilinciyle bakıldığında, rüzgârdan uçan bir yaprağın bile bir anlamı oluyordu. Buna inanıyordum. O adamı gördüğüm ânın bir anlamı olmalıydı. Anlamın olmamasının bile, bir anlamı olmalıydı. Çünkü hayat tesadüflere yer bırakmayacak kadar ince bağlantıların, kendiliğinden meydana gelmeyecek kadar karmaşık bağlantıların eseriydi. Onu gördüğüm o günden sonra bir şeylerin iyileştiğini hissedebiliyordum. Bunun, masamın üzerinde olan yara bantlarının etkisiyle değil de, o yara bantları uzatan insanın kapatamadığı yaralarına dermanı başka insanların yaralarına bant satarak sağladığına olan inancımla bir ilgisi vardı. Bu dünyanın genel işleyişindeki zıtlıklar beni yarayı verenin, yaraya bant olacak eli de bir vesileyle karşıma çıkaracağına inandırmıştı.

Zihnimde gezinen bu düşüncelerin üzerinden günler geçmiş ve geçen sürede ben bu ânın etkilerini unutmuştum. Sadece dokunduğum zaman kanayan yaraların eskisi kadar sızlamadığını fark edebiliyordum. Acının azalması akıp giden zaman mefhumunun, daha hızlı geçip gitmesine neden olmuştu. Bu durgunluğun ve rutin akışın içerisinde geçen günlerin birinde; aynı yerde ve aynı duruşuyla onu gördüm. Diğer görüşmemizde üzerimde bulunan çekingenlik gitmiş, yaramın üzerine sürülen ağrı kesicinin etkisiyle yanına yaklaştım. İçten bir selam verip hal hatır bildiren cümleler kurdum. Gözlerini kaldırdı. Beni tanıdı. İçten gülümsemesi yine içime akmış, o huzur akıntısının kıpırdamalarını yaşamaya başlamıştım bile. Tok sesiyle teşekkür edip, gözlerini bana dikti. Bu sefer kafasını öne eğmemiş, aksine dikkatlice yüzüme bakıyordu. Cümle kuramıyor, muhabbeti uzatacak herhangi bir girişimde bulunamıyordum. Huzur veren gözlerine bakıp, para uzatabildim sadece. Paraya bakmadan cebine attı yine. Heybesinden bu sefer üç tane yara bandı uzattı. Sayının gizemini düşünecek durumda değildim. Gönlüm aylarca o köşede kalmak için uğraşırken, ayaklarım onu rahatsız ediyor olmanın mahcubiyetiyle kaçmaya çalışıyordu. Teşekkür edebildim sadece. Kafasıyla onayladı. Ben yanından ayrılırken o kafasını yine önüne eğip, heybesine sıkıca sarılıyordu.

Beni görmeyeceği bir banka geçip, uzaktan izledim onu. Bedeni orada belki ama ruhu başka yerlerdeydi. Konuşarak anlatmak isteyeceği bir dert değildi onunki. Zamanında aradığı dermanın, derdin kendisi olduğunu ağaran sakallarından, ruha dokunan bakışlarından sezilebiliyordu. O, kendi yarasına merhem olamayan insanların yaralarına üfleme görevini üstlenmişti. Ait olmadığı yerin yükünü taşıyordu sanki. İnsanların oluk oluk aktığı bu caddede, ses çıkarmadan adeta bağırıyordu:

“-Yarası olana bant, yarası olmayana yara…”

O, yarasına bir yara daha açanların anlayabileceği bir frekansla kuruyordu cümlelerini. Nasibi olan onu duyup yanına yanaşıyor, nasipsiz olanlar yarasızlıklarına kahkaha atarak önünden geçiriyorlardı. Mutlu insanlar onu göremiyor; yüzünde, bakışında bir yaranın izini taşıyanlar bir vesileyle ona yanaşıyordu. Önünden geçip giden insanlara bir şeyler anlatmıyor, aksine sessizliğin ne kadar büyük bir iletişim kaynağı olduğunu en kalabalık bulvarda tek kelime etmeden haykırıyordu. Onu izlerken ruhuma akan şeyin, gözlerimden boşalmasına engel olamıyordum. Gözlerini kaldırdı, bana baktı ve gülümsedi. Kaysı ağaçlı ahşap evin pencere askısında bir çift beyaz çorap gördü bunu, bir de güvercin… 


Enes Can

Resim: Jacob Gils

DİĞER YAZILAR

4 Yorum

  • Yolcu , 08/12/2019

    Bu hikayeyi arada açıp okuyorum ve her seferinde o kadar çok etkileniyorum ki… her okuyuşumda da farklı anlamlar ve yeni yorumlar keşfediyorum…

  • Mauuupassaant , 24/04/2019

    Karakterler ses ile 6 cümle kurdu, iki diyaloga girdi.
    Ve ben sıkıldım.

  • Venda , 23/04/2019

    Enes Can öykücülüğü sağlam adımlarla ilerliyor. En azından şimdiden bile piyasa öykücülüğünün 1 tık ilerisinde. Daha iyi çalışmalı kanaatimce. Olayları ajite etmektense konuyu biraz felsefik, sosyolojik ve hakikat ekseninde irdelemeli. Modern insanın yalnızlığıyla bant satan amcanın yalnızlığı birbirinden farklı örneğin. Biri gönüllü olarak girer bu suskunluğa diğeri zorunlu.

  • Sinan turap , 23/04/2019

    Akıcı güzel bir yazı olmuş. Emeğine sağlık

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir