“Bakın beyefendi; bakışlarınız, tavırlarınız beni sinir ediyor. Ne yaptığınızın farkında değilsiniz sanırım. Şuurunuzu kaybetmiş gibi davranmanız, çok büyük bir aşk yaşadığınız anlamına gelmez. Biri sizi sevmiyorsa, imkânsıza imkânlar dâhilinde bakıp, imkânlı olana talip olmanız, kalbiniz adına olumlu bir sonuca varmanızı sağlar. Bu sizi son ihtarım, bir daha sakın hayatımda kendinize dair gökkuşakları çizip benimle el ele geçmeyi düşünmeyin. Yoksa canınız yanar.” Kız elindeki parayı uzatıp, “şuradan bir Kadıköy alır mısınız” dedi. Minibüstekiler ne olduğunu anlamaya çalışmışlar; fakat bir süre sonra kimi başını önüne eğmiş, kimi de camdan hayata bakarak olaydan kendilerini sıyırmıştılar. Mustafa Cemal ve Mahfuz geçip oturmuştular. İkisi de konuşmayı o an acılarını dindireceği için haram sayarcasına sustular. Önlerinde oturan biri şoförden gelen para üstünü Mustafa Cemal’e uzattı. Mustafa Cemal için bir mağlubiyetin sonucuydu elinde duran paralar. Kıza yakın olmak ve belki de kendini ona tanıtmak için bir fırsat aramış; ama zaten hiç açılmamış kapılar Mustafa’yı bir kez daha hayatın dışına itmişti. İkisi de bu yolculuğun bir an önce bitmesini istiyordu. Mahfuz, arkadaşının üzüntüsüyle kalabalıklaşmış kalbini denize bırakıp ferahlamak istiyor, Mustafa Cemal ise kalbinden, kalbinin çektiği acıdan habersiz güruhun içine karışıp, yalnızlığına daha bir yalnızlık eklemek istiyordu.
Bir süre sonra çektikleri çilenin sonu geldi ve minibüsten indiler. Mustafa Cemal eğik başını kaldırıp kızın gittiği yolu izleme cesaretini bile bulamamıştı kendinde. Çünkü iki ömrün hiç kesişmeyen yollarında Mustafa Cemal’in hayat diye yaşadığı kız, kendisinden hayatı çekip almış ve Mustafa Cemal’in kalbini çıkmaz bir sokağa sürmüştü. O yola bakmak; hayatı yaşayamayacak olsa da sırf hayatın nasıl bir şey olduğunu görebilmekti. Ama kızın sözleri; Mustafa Cemal için hayatı bir çıkmaza çevirmişti.
Bir süre yürüdükten sonra çalıştıkları kitapçıya vardılar. Mustafa Cemal, ceketini çıkarıp astı ve hemen lavaboya gidip yüzünü yıkadı. Kızın söylediği sözler sanki yüzünde iz yapmıştı. Kalbi kadar yüzü de darmadağın olmuştu. Sonra içeriye gelip oturdu. Mahfuzun da yüzü en az Mustafa’nınki kadar asıktı. Her ikisi de o gün kalplerini yüzlerinde taşıdılar. Gelen müşterilere sattıkları kitaplara da, yüzlerindeki mutsuzluğu etiket diye yapıştırmıştılar.
Saat altıya geliyordu. Mustafa Cemal gün boyu hiçbir şey yememiş; buna rağmen oturduğu taburede beşinci çayını içiyordu. Çayını bitirip boş bardağı götürmek için ayağa kalktığı anda kızı birden karşısındaki şiir kitaplarının bulunduğu rafın önünde görünce afalladı. Kız, kitapları inceliyordu. Mustafa Cemal’in içini birden bir sevinç kapladı; ancak kızın sabahki sözleri aklına gelince kıza aldırış etmeden önünden geçip içeri doğru gitti. Mahfuz da kızı tanımış; ama yerinden hiç kalkmadan sadece kızın istediği kitabı alıp kendisine getirdiği zaman işlemini yapıp göndermeyi düşünmüştü. Kız bir süre arandıktan sonra aradığı kitabı bulamamış olmanın stresiyle Mahfuz’un oturduğu kasaya doğru geldi. Mahfuz’u görünce şaşırmış ardından umursamaz bir tavırla; “Bir kitap arıyorum da bulamadım yardımcı olur musunuz?” dedi. Mahfuz; “Hangi kitap?” diye sordu. Kız;”Monna Rosa” dedi ve ekledi; “Yazarını hatırlayamadım ama...” Mahfuz biraz sinirli bir şekilde arkasında duran Sezai Karakoç kitaplarının bulunduğu raftan kitabı alıp kıza uzattı. Mahfuz, sanki sabahın intikamını almak istercesine kıza; “Sanırım kitabı biri önerdi.” dedi. Kız; ” Evet. Bir arkadaşım önerdi.” dedi. Mahfuz alaylı bir tavırla; “Allah’tan önermiş, yoksa bir ömür Sezai Karakoç’u tanımayacağa benziyorsunuz.” dedi. Kız, biraz da sinirlenerek, “Bu sizi ilgilendirmez.” dedi. Kitabın parasını çıkarıp Mahfuz’a uzattı. Kız tam kapıdan çıkacakken, Mahfuz kıza hafifi bir ses tonuyla; “Bu arada, o kitabın her satırı kavuşamamanın acısıyla doludur haberiniz olsun.” dedi. Âdeta Mustafa Cemal’in intikamını alıyordu. Kız bir şey demeden sinirle kapıdan çıkıp gitti. Mustafa Cemal uzaktan olanları izlemiş; ancak hiçbir şey sormamıştı Mahfuz’a. İşlerini bitirdikten sonra ev döndüler. Mustafa Cemal direkt odasına gitmişti. Mahfuz da bir süre salonda oturduktan sonra o da odasına geçip masasının başına oturmuştu. Her zamanki gibi bir sigara yakıp defterini açtı ve bir şeyler yazmaya başladı.
“İnsan ortalama yetmiş yıllık ömrü boyunca yalnız gönlünü huzura kavuşturacak şeyi bulduğunda hayat başlar. Her insanın ömründe ulaşmak istediği, ancak ona ulaştığı zaman huzuru bulabildiği bir ideali vardır. Bu kimi zaman aşkla başlar ki, bu gerçeğe varmak için atılmış ilk adımdır. Sevdiğine ulaşmak adına, insan güçlükler karşısında durabilmeyi öğrenir. Buna mecburdur. Zira her mutluluğun altında bir acının imzası vardır. Acı; tâlip olunanı zorlaştırdığı gibi değerli ve vazgeçilmez de kılar. Varılmak istenene sonsuzluk duygusunu katan, hayatı anlamlı kılan ve hatta hayatın başlangıcı sayılan kalp huzurunun başlaması ancak acılı bir yolun sonunda mümkündür. Dünyada yaşadığı ömrü boyunca çevresinde hayatın şekillendiği varlık onun için kalp huzurunun doğal olarak da hayatın başladığı yerdir. İnsan ulaşmak istediğini elde ettiği zaman onu ölümsüzleştirmek ister; çünkü insan ruhu ebediyete talip olacak bir fıtratta yaratılmıştır. Ama çoğu insan ölümle karşı karşıya kalacağını bildiğinden; hayatın yani âşık olduğu şeyin kendisinden alınacağını düşünür. Ve tekrar içinde ebedi huzuru bulma arzusu başlar. Dikkatli baktığı zaman ise bu ebediyetin ancak Allah’ta gizli olduğunun farkına varır. Bu da kendisine gösterir ki, ebedi hayat ancak Allah’la olunduğunda başlar. Çünkü insan ruhuna ebedi olanı isteme arzusunu yine ebedi olan Allah vermiştir. Bu da ebedi hayatın,(huzurun) Allah’ın bulunmasıyla mümkün olduğunu gösterir.”
Mahfuz o gün yaşadıklarını defterin kapakları arasına bırakıp üstünü değiştirmek için henüz masadan kalkmıştı ki, kapı çalındı. Mahfuz şaşırdı. Bu saatte kapılarını kim çalabilirdi ki? Çünkü kendilerini tanıyan ve bu saatte kapılarını çalacak hemen hemen kimse yoktu. Mahfuz, odadan çıkıp kapıyı açtı. Gece her zamanki gibi yine bilinmezlik sunuyordu sanki. Mahfuz kapıyı açtığında ne diyeceğini bilememişti…