

Üç yüz yirmi altı adım atmam gerek. Hızlı değil, yavaş yavaş yürüyeceğim. Saat gecenin ikisi. Köpeklerden başkası yok sokakta. Zifiri karanlıkta yürüyorum. Yürürken sigara içmeyi sevmiyorum.
Salvador Dali’nin tablosundaki saatler gibi erisem diyorum tam da şimdi. Tabloda eriyen şey zaman mıydı yoksa Dali miydi? Yürürken eriye eriye arşınlasam yolu, zamanı. Erimek iyi gelir diye düşünüyorum gecenin ikisinde. Önceleri uçmayı hayal ederdim. Şimdiyse erimeyi.
Bizim sokaktaki durak bomboş. Gecenin bu saatinde neden boş diye düşünmüyorum. Buralarda olsa olsa ölü adamlar olur diyorum. Çünkü ölü adamlar her yerde. Durakta yaşayan adamlar, üç yüz yirmi altı adım atması gereken beni selamlayacak değil ya! Arkama baka baka geçiyorum yanından. Bir tarafta köpek sesleri bir tarafta ölü adamlar. Salvador Dali ölü.
Aslında hepimiz birer ölüyüz. Kimileri bu ölüm işini iyi beceriyor. Zor iş sonuçta ölüm. Yani öyle yaşamak gibi değil. Yok, aslında yaşamak da öyle değil. Başlı başına ölüm bence. Belki de benim gibi biri için. Yoksa neden yaşarken ölü adamlar içinde gezeyim? Ölü adamların beni takip etmesinden korkuyor muyum? Ölüler birbirinden korkar mı?
İstanbul’un göbeğinde üç yüz yirmi altı adım atıyorum gece gece. Eski bir mezar taşına ilişiyor gözüm. Böyle biraz yana doğru eğilmiş, koca bir kavuk var tepesinde. Bir sürü hayal, hedef ve soğuk bir beden şimdi şu kuru toprağın altında. Okuyorum ardından.
Aklıma arkadaşlarım geliyor. Şimdilerde iki üç ayda bir görüştüğümüz dostlarım. Hepsi yaşıyor. Bundan yedi yıl önce bir pastanede oturup şerbetli bir tatlı yiyip kahve içtiğimizi hatırlıyorum. Üç dosttuk biz, şimdilerde iki üç ayda bir görüşen üç dost. Onlar hâlâ yaşıyor. Ben üç yüz yirmi altı adım atıyorum.
Üç köpek peşim sıra geliyor. Hissediyorum. Nefeslerini duyuyorum. İki saniye sonra hırlamalarını duyacağım. Onlar havlamadan dönüyorum. Üçü de dişlerini gösteriyor. Ben de gözlerimi. Hangisi daha güçlü, dişler mi gözler mi? Vücudum bütün adrenalini salıyor. İçim bir hoş oluyor. Erime hissi gibi. Sonra havlamalar, hırlamalar… Birden kendime gelip üstlerine atlar gibi yapıyorum. Bu kez gözlerimden alev çıkarıyorum. Ejderha oluyorum, ama gözlerinden alev çıkaran bir ejderha. Üç köpeğin dişleri ejderha gözlerine yeniliyor. Gerisin geri uzayıp gidiyorlar.
Gece, saat iki çeyrek. Kaç adım oldu sayamadım. Herhalde üç yüz yirmi falan. Önüme koca bir duvar çıktı. Kafamı kaldırmıyorum ki, az kalsın toslayacaktım. Duvar sağ ve sola doğru uzayıp gidiyor. Ulan bu duvar nereden çıktı? Sıvası yer yer dökülmüş hapishane duvarı gibi. Tek eksiği tepesinde sivri uçlu tel örgüler…
Bu kez sigara yaktım. Elimi cebime attım, duvara bakıyorum. Arkamda sesler duyuyorum. İki kişi aralarında bir şeyler konuşuyor. Döndüm. Beyaz önlüklü iki adam yüzüme bakıyor.
- Sezgin!
- Evet?
- N’aptın?
- Ne n’aptım?
- Adım diyorum… Kaç adım oldu?
- Bilmem. Üç yüz yirmi falan herhalde.
- Kaç adım olacaktı bugün?
- Üç yüz yirmi altı.
Bilal Bahadır
2 Yorum