Sokaklar, varı yoğu birbirine karışmış; önü sonu iç içe girmiş hikâyeler kumpanyası. Hangi olay, hangi durum, hangi klasik, hangi modern hikâye- ne kadar saf görünse de- bir tarafından katran akar halde. Katranı gözümüz görmüş de elimize yüzümüze bulaştırmayız, bulaştırmadan da olur sanmışız. Orada başlamış sancımız. Olmuyormuş. Sonra baktım her yanım katran. Sildikçe yapışkan yapışkan. Üzerimde kalan, giderken benden de birkaç şey alan; çok katmanlı, çok katranlı olaylar, durumlar, klasisizmler, romantizmler, realizmler, modernizmler, postmodernizmler…
Birçok kirlenmişliğin içinde elle tutulur bir şeyler bulmak konusunda mahir bildim kendimi ve fakat bir de baktım ki kalp çarpıntısı bir gürültü halini almış, ritim bozulmuş, ruhun sesi kısılmış. Duyduk dediklerimiz sinek vızıltısı, gördük dediğimiz boncuk parıltısı… Halim halimden çok utanmış, ne çok utanmış. Ne utanacak! Bıraksalar son nefeste bile anlayamayacak kadarmış. Bırakmamışlar. Durdurmuşlar sokağın ortasında bir sağa bir sola baktırmışlar. Susturmuşlar. Susmuşum. Zaten sonradan da anlamışım ki dinleyenler, dinliyor görünmüşler; anlayanlar, duymaktan öteye geçmemişler; hafızasına güvenenler o kadar doğrunun içinde en yanlış düşüncemi atmışlar hafızaya. Beyin bedava! Hafıza kötü niyetli bir kuyuymuş, içi doluymuş, çoğu kokuşmuş, sıkış tepişmiş, neme lazımmış, hepsi birmiş, hepsi hiçmiş.
İşte bu karmakarışık sokağın/sokakların ortasında kendimi attım bir kubbenin altına. Kaç gün oldu saymadım, hiç içinden çıkmadım. Hatta uzandım halının ortasına. Gözüm kubbenin tam ortasında. Ağzımı, dilimi kubbenin merkezinden çıkardım. Bir rahatladım, bir rahatladım. Sokaklar köşeli, sokaklar sivri, sokaklar keskin, sokaklar kirli. Kubbe öyle mi? Gökyüzü gibi. Kubbe, gök gibi. Gök, kubbe gibi. Bu kubbenin altında susacak ne çok şey var. Derinleşerek gözümün içine doluyor şimdi. Dolsun, dolsun da taşsın, içimde dolaşsın, tasfiye olsun, tezkiye olsun. Olsun mu, olsun. Olur mu, olur!
Kapı açılıyor arada bir. Ben hâlâ halının ortasında yatmaktayım. Gözüm açık ama görünmüyor etrafım. Bazı yanımda bir gölge beliriyor. Gölgenin dudakları kıpırdıyor. Duruyor. Sonra tekrar kıpırdıyor, tekrar duruyor. Elleri anlamsız hareketler yapıyor. Bana bir anlam veremiyor gölge. Anlamsızım. Anlam arıyorlar boşuna zaman kaybı. Sonra boşuna kaybettikleri zamanlarla, bir gölge geçiyor gidiyor başımdan. Gölge, üzerimde gölgeler bırakıp uzaklaşıyor.
Kubbenin tam ortasında bir zincir iniyor, ucunda devasa bir avize. Kapı açılınca bir esinti giriyor içeri. Avizeye doğru… Hafif bir sallanma oluyor avizede. Çok çok küçük bir hareket. Zincirin içinden bir inleme, kubbeye doğru yükseliyor. Kubbeden daireler çizerek aşağı iniyor. İnsanların üzerine dökülüyor. Zincir inliyor, kimse duymuyor. Esinti çok yumuşak, inleme de öyle. Çok kısa sürüyor. Bu inlemenin orta yerinde gözümden bir damla yaş dökülüyor. İnlemenin aksine yuvarlaklar çizemiyor yüzümde. İnce bir yol açarak dökülüyor şakağımdan. Halıya gömülüyor. Şakağıma nem mi vurdu, ne var? Diğer gözüm, hâlâ kibirli. Kupkuru. Her şey yarım. Yarım daire bir işe yaramaz. Bir yanı keskindir. Yumuşaklık beklemek gülünç. Dudağımın üzerinde eğreti bir kıvrım oluşuyor, gülümsemeye benzemiyor. Şimdi tekrar girse o rüzgâr, dudağımın üzerine süzülse virajı alamaz, ne sarsıntı bırakır ne titreme. Bozulur. Yorulur. Gider. Öyle ki, kubbeyi de avizeyi de rüzgârsız bırakırım. Bırakmayın!
Pencereler bir sığınak gibi duvarın içine gömülmüş. Kubbenin altı kalabalıklaştığında kendime daha sakin bir yer aradığım vakit ben de bu pencerelerin içine gömülüyorum. Ne kadar kalabalık olursa olsun, hâlâ aldığım ve verdiğim nefesleri duyabiliyorum. Olması gereken bu. Bu nefesi alırken veya verirken ses telimizle, ağzımızla, dilimizle çıkardığımız sesler laf ü güzaf. Konuşmaya öyle teşneyim ki konuşmadığım zaman bile çenemi oynatırken, dişlerimi birbirine vururken buluyorum kendimi. Dilimi ısırıyorum. Dursun! Asıl söz hakkı ciğerlerimin artık. Hep aynı melodi. Havanın ciğerlere dolması ve ciğerlerden çıkması. Artık içimdeki rüzgâr da içerdeki rüzgâr gibi olmalı. Yumuşak bir esinti. Fazlası, gereksiz fırtına. Gemi batırır, ocak söndürür.
İki çocuk kubbenin bahçesinde, karşılarında bir dükkân, dükkânın kapısının önünde tahtadan yapılmış kılıçlar, kalkanlar, baltalar, bıçaklar. Israrla birer tane alınmasını istiyorlar. Alır almaz birbirlerine savuruyorlar kılıçları. İki arkadaş iki düşman gibi. Onlar savurdukça savruluyorum. Bir tahtanın üzerine bıçak saplamaya çalıştığımız, bunu oyun haline getirdiğimiz bir zaman. Üç arkadaş sırayla, değişik hareketlerle tahtanın üzerine bıçak sapladığımız bir zaman. İnsanın ne zaman hiddetleneceğini bilmediği, ne zaman gözünün kararacağını kestiremediği bir zaman. Yavaş yavaş, anlamsız bir tartışmanın başladığı bir zaman. Sıranın bana geldiği, bıçağı elime aldığım zaman. Bir söze bin anlam yükleyip, yükün altında ezilip bunaldığım zaman. Bunalıp dişlerimi sıktığım, gözümü kararttığım zaman. Bıçağı tahtaya değil arkadaşımın gövdesine savurduğum zaman, bir damla kanın tahtanın üzerine düştüğünü gördüğüm zaman. Bıçağı cebime atıp hatamdan kaçtığım zaman. Eve gidemediğim, sokakta duramadığım, herkesin üzerime üzerime geldiğini sandığım zaman. Bir çöp konteynerinin bulunduğu çıkmaz sokağa girip saklandığım zaman. Hem korkudan hem de kokudan uzun süre nefesimi toparlayamadığım zaman. Var olduğum halde yok olmayı düşlediğim zaman. Bir bilinmezlik içinde elimde bir sızı hissettiğim zaman. Kendime geldiğim zaman. Parmaklarımdaki kesikleri gördüğüm zaman. Savurduğum bıçağın elimi kestiğini anladığım zaman. İçimin rahatladığı zaman. Gülümsediğim, ağladığım, kahkaha attığım, kötü bir şey yapmadığıma emin olduğum zaman. Mahalleye geri döndüğüm, herkesin bıraktığım yerde hayatlarına devam ettiklerini gördüğüm zaman. Göğsümün genişlediğini hissettiğim zaman. Bir çöplüğün yanında asla bulunmayacağıma söz verdiğim zaman…
İlkin konteynerlerin yanından geçmeyi bırakmıştım. Sokaklar gittikçe daralmaya başladı sonra. Her yer üzerinden pislik akan çöp kutularına dönüştü. Girebildiğim sokaklar azaldı. Şehrin orta yerinde hiçbir sokağa giremez halde kalakaldım. Hangi yana baksam pis sular, kara sinekler, ayaklarımın arasından sızan atıklar, artıklar, yeter artıklar… Sonrası kubbe. Sonrası milat. Sokaklardan beklenen bir şey kalmadı. Sokaktakilerden de. En küçük emeli otobüste yer kapmak, en büyük emeli dünyaya kazık çakmak olandan bir şey beklenmemeli. Çöplere bakanlar, çöpleri yakanlar, çöpleri karıştıranlar, çöpleri yarıştıranlar, çöplerle uğraşanlar, çöplerin uğraştıkları, çöpleri paylaşamayanlar ve çöplerin paylaştıkları arasından sıyrılıp attım kendimi bu kubbenin ortasına. Fakat sokağın sızısı hâlâ içimde. Derinlerde bir yerde bu çöplüğe karşı bitiremediğim bir sevgi dururken bir yanım temiz olsa bir yanım necaset. Bir yanım amel olsa diğer yanım kefaret. Bu kubbe ıslatır ruhumu belki. Belki temizlenirim. Bu temizlik dedikleri nedir, hissedebilecek miyim?
Bundan sonrası kubbenin altında, bir hayal bir hakikat, bir hayal bir hakikat… ve hayal ve hakikat. Pencereden dışarısı hayal ve bu hayal birçok hayale bölünmüş. O kadar çok hayale bölününce hakikat sanmışım. Bunca bölünmüşlük dışarda çok gürültüye neden olmuş. Bu gürültüler arada tesadüfi melodiler oluşturmuş. Hipnotize olmuş, etraflarında dolanıp durmuşum. Kubbenin altında sokaktan kurtulmuşum. Arada bir kanımıza karışan melodiler bizi bazı anıların orta yerine bırakmış. Anılar pencereden dışarı kilitlemiş bizi. Bir bakmışız kubbe yok tepemizde. Güneşin altında ağlaşıp durmuşuz. Makyajlı bir hayale takılıp kalmışız. Hâlbuki hakikat tüm güzelliği ile kubbenin altındaymış. Hâlbuki kubbe bizi çağırıyormuş. Dönmüşüz tekrar. Kubbenin altına ve en başa.
Başımız duman. Hâlbuki dağılmıştı.
Üzerimiz çöplük. Hâlbuki temizlenmişti.
Bir gözümden damlayan yaş. Hâlbuki bir önceki kurumamıştı.
…
(Hal)imiz karışık,
(bu)ymuş içimiz,
(ki)mmişim ben?
Ömer Can Coşkun
1 Yorum