Gece boyu hiç uyumamıştım. Sabaha karşı “Uykuya Övgü” adında bir öykü yazmak için masama oturmuştum ki ne insana ne hayvana ne de bir eşyaya benzeyen ömrüm boyunca hiç görmediğim, muhayyileme bile sığmayacak kadar çirkin bir yaratık başımda belirdi. Tırsmıştım ama kaçacak bir yerim de yoktu. Birazdan o büyük pençesiyle, bir kılıcı andıran kocaman ön dişleriyle ya da üzerime abanarak beni öldüreceğinden hiç şüphem kalmamıştı. Bunların hiçbirini yapmasa bile o kan oturmuş gözlerinin bakışları altında korkudan ölebilirdim. Yıllardır ahbaplık eden insanların rahatlığıyla altına bir sandalye çekti ve karşıma oturdu. Görüntüsüne tezatlık arz eden müşfik sesiyle “Ben senin uykunum.” dedi. Az önceki korkumun yerini şimdi şaşkınlığım almıştı. Konuşmasını sürdürdü:
– İlk gençliğinden bu yana uykuyu gücendirip bir marifetmiş gibi, kendine ‘Uykuyu Gücendiren Adam’ adını verdin. Gecenin ilk saatlerinde seni ziyarete geldiğimde ya elinde bir kitap ya bir defter olurdu. Ya da bir film seyrederdin yahut da elindeki telefonla meşgul olurdun. Sonraları bunların hepsini bırakıp tavana boş boş bakmaya başladın. Ben hariç her şeye yüz vermiştin. Oysa senin ender dostlarından biri de bendim. Beni böyle bir hilkat garibesine çeviren senin aymazlığındı. Eğer bana birazcık vefa gösterseydin, sana duvağı açılmamış bir gelin, şefkatli bir anne, koruyucu bir baba, sadık bir dost gibi de gelebilirdim. Ne yazık ki sen içindeki boşlukları başka boşluklarla doldurmaya çalıştın.
– Tâbir edilecek güzel bir rüyân bile yok!
Az önce korktuğum her şeyi şimdi arzular olmuştum. Keşke beni pençesiyle, ya da o büyük dişlerini batırarak veya üzerime abanarak öldürseydi de bu gerçeklerin altında ezmeseydi. Karmakarışık bir vaziyetteydim. Acaba deliriyor muydum, o övünüp durduğum aklım bir kuş gibi uçup gidecek, beni terk mi edecekti, gün doğarken bir deli gömleği giydirip tımarhaneye mi götüreceklerdi? Hayır, hayır bu olamazdı. Henüz kendimi tam manasıyla görünür kılamamıştım, söylediği her söze itibar edilecek, gençlerin karşısında el pençe duracağı, akranlarımın gıpta ile bakacağı, yaşça büyüklerin benden sitayişle bahsedeceği günlere ramak kalmışken deliremezdim, bu bir haksızlıktı. Sesimi koyvermiş, çığlık atmış, sandalyeden de düşmüşüm. Uykum beni kaldırıp bir tokat atarak kendime getirdi. Yakalarımdan topladı ve bu gece benim gecem, mızıkçılık yok, sonuna kadar konuşacağım, diyerek devam etti:
– Senin en büyük handikabın kendini bir şey sanman oldu. Herkes bir yolunu bulurken sen sürekli yolunu kaybettin. Sana tarif edilen ana caddeden gitmek yerine hep ara yollara daldın. Çoğu zaman o ara yollarda kayboldun. Bazen yolu uzatırken yeni şeyler de keşfettiğin oldu, bu doğru, haksızlık edemem ama onlar seni ana caddeye çıkarmadı. Ara sokaklarda oyalayıp durdu. Okulu reddettin, işi reddettin, arkadaşlarla bir ortamda bulunmayı reddettin, reddi de reddettin peki eline ne geçti? Hiç kimseyi beğenmedin ama herkes tarafından beğenilmeyi arzuladın. Hiç kimseyi övmedin ama sürekli övülmek istedin. Hep başkalarını suçladın. “Uyku düzensizliği modernliğin en büyük göstergesidir. Geleneklerine bağlı insanlar erkenden yatarlar ve uyandıklarında güneş doğmuş ise ‘eyvah, yine öğlen oldu, günün bereketini kaçırdık.’ diye pişmanlık duyarlar.” gibi cümleler kurarak kendini avutma yollarına gittin. Çok iyi biliyordun ki modernin dik âlâsı sendin. Yalnızca modernliğini eleştiri makyajıyla örtmeyi iyi biliyorsun ve bu seni diğer insanlardan daha farklı, daha gizemli gösteriyor. Hepsi bu.
-Seni muştulayacak salih bir rüyân bile yok!
Uykumla esaslı bir kavgaya girişmeye cesaretim yoktu. O ağır sıklet bir boksör ben ise hafif bile sayılmazdım. İlk rauntta, tek yumrukla beni nakavt ederdi. Barış yolları da çoktan kapanmıştı. Şimdi onun emrine âmâde bir neferdim. Uykum ise, askerlerin kendi aralarında “Baba” diye hitap ettikleri şefkatli bir komutan gibiydi. Elleri arkasında etrafımda volta atıp duruyordu. Uykumun cismani bir şekilde beni ziyarete geldiğini kimselere anlatamayacağımı, anlatsam da kimselerin buna inanmayacağını biliyordu. Rahattı. Bu rahatlığı kucağıma pimi çekilmiş bir el bombasını bırakmışçasına beni huzursuz ediyordu. Beni huzurlu kılacak tek şey o bombanın bir ân önce infilak etmesi ve ikimizi de parçalara ayırmasıydı. Bu şekilde devam ederse sıkıntıdan infilak edecektim ve tek parçamı bile bulamayacaklardı. Pes ettiğimi görünce veda etmeye hazırlanan bir kadın kadar merhametli ve bir o kadar da gaddar bir şekilde konuşmaya başladı:
– Günde üç saat, haftada yirmi bir saat, ayda seksen dört saat, yılda bin sekiz saatini bana ayırdın. Şu dünya üzerinde en çok beni ihmal ettin. Oysa, günde beş saatinin altına düşürmen fıtrata aykırıydı. Hele de gecenin ilk saatlerinde uyuman gerekirken, hep böyle sabaha karşı bırakman, ardından akşama kadar ağrılı bir başla dolaşman akıl alacak şey değildi. Sen ahir zaman ümmetiydin. Geceleri güzel bir uyku çekebilir, en azından günahtan uzak durabilirdin. Belki de senin için en hayırlı amel uyku olacaktı. En azından salih bir rüyâ görebilirdin. “Okumanın büyüsüne kapılmış insan, yalnızlığın da büyüsüne kapılmıştır.” gibi notlarla didinip durdun. Ölmedin, yaşamadın, süründün. Ben senin uykunum. Yani aynanım. Aslında bu dünyadaki her şey senin aynandır. Bende gördüğün ve tiksindiğin bu çirkinlik aslında senin suretin. Bende kendini görüyorsun. Kendinden tiksiniyorsun. Haberin yok.
– Seni Îkâz edecek bir rüyân bile yok!
Celal Kuru
13 Yorum