Sayısız kere dayak yemişti. Konuşmaya mecali olsa, yığılıp kalmış vücudunu taşıyan şu kürklü adamlara neler söylemezdi ki? İnsanın sözü çok da bir de dili olsa! Sağ yanındaki; “Ağzında ne geveliyorsun yine sen? Yetmedi mi yediğin kötek?” diyerek homurdandı. Diğer yanındaki göbekli olanı ise; “Gebertirim seni!” diye bağırırken boştaki eliyle bir kez daha yumrukladı genç adamın yüzünü. “Farelerin içinde böğürte böğürte gebertirim seni. Hele yargıç son kararını bir açıklasın, bir an evvel ölüp bizden kurtulmak isteyeceksin buna emin ol.” Yüksek koridorları bu iki adamın hunhar kahkahaları sarmıştı şimdi. Boşlukta durmadan sallanan başını kaldırıp bir kez daha karşılık vermeyi denedi. Henüz kırılmış olan çenesiyle bunu yapmasının olanaksızlığını anlaması çok sürmedi. Bakışları tekrar önüne düştü. Uzun saçları aşağı sarktı. Gitgide, o kendisine güvenen, cesur yargıçtan geriye hiç iz kalmıyordu. Korkusu artıyor, bu belalı yerden nasıl kurtulabileceğinin hesabını yapıyordu. Aksi takdirde günün herhangi bir saatinde meydanda; kilisenin önünde yahut değirmenin geniş bahçesinde gördüğü vahşi işkence sahnelerinde, inleyerek ölmek zorunda bırakılan insanlarla aynı kaderi paylaşacaktı. “Ölmek mi?” diye sordu kendine. Her insan gibi bu sonu yaşayacaktı elbette. Yalnız bu kadar zamansız gerçekleşeceğini tahmin bile etmemişti.
Hayat onu hep sevecek, insanlar onu her zaman omuzlarında taşıyacak zannediyordu. Bolluk, huzur ve şaşaa hayatını hiç terk etmeyecekti! Şimdi ise saygınlığı, karısının mücevherleri, asil soyu, hiçbirisi ama hiçbirisi ona yardım edemezdi. Ay ışığının sinsice aydınlattığı ter kokulu koridorun sonundaki hücreye geldiklerinde demir kapı gürültüyle açıldı. Serin esintiyle beraber burnuna kadar ulaşan yoğun küf kokusu içerisinin ne halde olduğu hakkındaki tedirginliğinin cevabı olmuştu. Öncesinde buraya misafir olan talihsizlerin ruhları duvar diplerinde başlarını elleri arasına almış, çömelmiş bekleşiyorlardı sanki. Genç adamı hücrenin ortasına atıp hiçbir şey söylemeden uzaklaştı gardiyanlar. Kapı, kalkanı ve mızrağıyla hareketsiz bekleyen nöbetçi tarafından hızla kapatılıp sürgülendi sonra. Duruma bakılırsa bu yorgun adam da cehennemden farksız bu yerden en az onun kadar korkuyordu. Yüz üstü düşüp öylece kalakaldı. Uzaktan bakıldığında içi boşaltılmış bir çuvala benzetilebilirdi. Ağır rutubet ciğerlerine dolmuş, göğüs kafesi daha hızlı inip kalkar hale gelirken, soluğundaki hırıltı daha da artmıştı. Dudakları arasında tükürükle beraber sıcak bir şeyin aktığını hissetti. Çenesine doğru yalandı. Kanın yaratılmış başka hiçbir şeyde bulunmayan o kötü tadını alırken, parçalanan dişleri yere dökülmüştü. Uzun bir nefes bıraktı. Yarı açıkgözlerini ağır hareketlerle çevirerek bulunduğu mezardan farksız yeri keşfetmek istedi. Az sonra, zifiri karanlığın dışında bir şeyler görmenin mümkün olmadığını anladı. Her yer, baksa da karanlık bakmasa da karanlıktı. “Ne çirkef bir hâl bu” dedi kendi kendine. Hücrenin duvarına ulaşıp sırtını yaslayana dek sürünmesi gerekiyordu. Kendini ancak böyle güvende hissedebilirdi. Tüm gücünü baldırlarında toplayıp doğrulmayı denedi. Nafile. Bacaklarını hissetmiyordu. Bir gayretle kollarına yaslandı. Üzeri otlarla kapatılmış soğuk zeminden ancak bir karış doğrulabilmişti ki zayıf vücudunu tiz bir iniltiyle bıraktı. Bunu yapamayacaktı. Kahırlı bir yumruk saplandı boğazına. Kalın bir öksürüğe boğuldu. Yılgın duvarları arşınlayan böğürtüler parmak aralarına giren otlar gibi düşüncelerini yorarken içeride bir takım sesler duyulmaya başlamıştı. Mütereddit fakat atik adımlardan oluşan bu ses yumağını dikkatle dinledi. Şeytan, kirli vesveseler fısıldamaya başladı kulağına. Siyahın en yoğun tonunun içinde birisi onun kendine gelmesini bekliyor olabilirdi pekâlâ. Yahut zayıf, çelimsiz bir küçük hırsızın, yanına gelip bir usturayla kulaklarını kesip alacağı ihtimalini düşündükçe ruhu sızlıyor, dili uyuşuyordu. Bir süre öylece bekledikten sonra durumun korktuğu gibi olmadığına hükmetti. Kıpırdanmaların, sırtlarındaki sert kabuklarıyla koşuşturan böceklere ait olduğunu anlaması zor olmayacaktı. “Ahh bunlar” diye söylendi yüzünde kibir kokan bir ekşimeyle; “İğrenç şeyler! Sizden oldum olası nefret ettim. Mide bulandırmaktan başka ne işe yaradınız siz? Biliyorum beni oradan izlediğinizi, hatta hakkımda türlü yorumlarda bulunduğunuzu da.” Kaldırmaya çalıştığı başını tekrar yere bırakarak derin bir nefes daha aldı. Zihninde şimdi birkaç böceğin hayali vardı. Genç adam hakkında biri diğerine; “Zararsız görünüyor ama yine de tedbiri elden bırakmamalıyız.” derken, önündeki sinek parçasından bir ısırık daha alan diğeri; “Tedirgin olmaya gerek yok. İstese de bize bir zarar veremez dostum” diyordu. Cebinde çalışmayı sürdüren saatin tik takları ürkekliğini daha da artırdı. Defalarca yutkundu. Elini, otların üzerinde gezdirdikten sonra, “Hapse mi gireceğim acaba?” diye kekeledi. Yoksa bir çırpıda öldürülecek miydi? Yaptıklarının cezası, yağlı bir urganla sallandırılmak mı olacaktı?
Aklına türlü ölüm şekilleri geliyordu. Cellâtlar, yuvalarından fırlamış gözleriyle üzerine çökecek ve onu bir çırpıda paketleyip, başını, “kafa ezici” denilen o korkunç alete koyacaklardı. Ardından çenesi bu muazzam işkence aletinin alt kısmındaki çubuğa dik gelecek şekilde hizalanacaktı. Vidayı yavaş yavaş çevirmeye başlamalarıyla kafası sıkışacak, başlıkla çubuk birbirine gitgide yaklaşırken, ilk olarak dişleri kırılacaktı. Sonunda, sinirleri birbirine bulanmış beyniyle birlikte yavaş ve acılı bir ölüm, akıbeti olacaktı. Yalnız, şanslı olup bu kadar kolay kurtulamayabilirdi de! Kafa ezici işkencesi bitmeden, kimsenin tahmin bile edemeyeceği başka azaplar da tattırılabilirdi ona. Örneğin, bu sefil haldeyken gergiye konulabilirdi. Gergi, insan vücudundaki eklemleri yerinden çıkarmak üzere özel olarak tasarlanmış bir ceset makinesiydi. Tahta bir çerçeve, ikisi alt kısma sabitlenmiş ve ikisi de üst kısımdaki kulplara bağlanmış olmak üzere toplamda dört halattan oluşuyordu. Cellâdın üst kısımdaki kulpları çevirmeye başlamasıyla birlikte yerinden çıkacak olan kolları, giderek gerilecek ve o narin kemikleri birer birer kırılacaktı. Bu işlem eğer devam ettirilirse bacakları ve kolları büyük bir kütürtüyle kopacaktı. Bu amansız ölüm oyunu kararını uygulayanların cesareti bununla da kalmayacak, son olarak Yehuda’nın beşiği adını koydukları korkunç yere konulan çiğ bedeni usul usul parçalara ayrılacaktı. “Allah’ım ne kadar korkunç” diye geçirdi içinden. “Yıllarca bu zindanda güneşi özleyerek yaşamak yahut sert bir boyun kırılmasıyla öldürülmek, az önceki insanlık dışı yöntemlere maruz kalmaktan çok daha güzel olacaktı. Bilmediği insanların hesaplamalarına mecbur bırakılmış bir hayat ne kadar uzun yaşanabilir zaten?” diyerek gözlerini kapadı. Hücrenin içerisindeki kıpırdanmalara da alışmıştı. Aç köpek ulumalarını, rüzgârın sürüklediği teneke kutulardan çıkan melodramı duyduğunda hücresinde bir pencerenin olduğuna inandı. Buradaki tek ışık yolunun yerini ancak gün ışıyınca öğrenebilirdi. Yan hücrede birisi homurdandı. Ne söylediği anlaşılmadı. Kapı önünden yükselen sesler de kesilmişti. Yolunu kesen duvarların hükmü inmişti geceye. Gözleri açılıp büyüdü. Bedenini bir titreme aldı. Kuru, uzun parmaklarını kıpırdatarak anlamsızca gülmeye başladı. Şuuru dışında büyüyen ve mâni olamadığı kahkahaların şiddeti gitgide arttı ve dakikalarca sürdü. Kendine hâkim olmayı başardığında suratına sıçrayan bir böceğin şaşkınlığıyla kalakaldı. Böcek, bir keşif memuru kurnazlığıyla bir süre bekledi. Teninde hızlı adımlarla dolaştıktan sonra başladığı yerde durdu. Tüylü bacakları ve tenine değen yapışkan kanatları midesini bulandırmıştı. Bir süre sonra geldiği gibi ani bir hareketle havalanırken, genç yargıç, içindekileri bir çırpıda dışarı çıkardı. Bu kaçıncı kusmasıydı kim bilir? Çok su kaybettiği kesindi. İliklerine kadar kuruduğunu hissetti. Mecali kalmadı. Göz kapaklarını daha fazla tartamadı ve kederini usulca uykuya teslim etti.
Uyandığında, güneş doğmuş, demir parmaklı küçük pencereden sızan parçalı ışık hücresini az da olsa aydınlatmıştı. Bir gözü tamamen şişerek kapandığı için katarakt inmiş diğer gözüyle etrafını anlamlandırmaya çalışmak, ona fevkalade bir sıkıntı veriyordu. Uçuşan toz zerreleri nedense, ruhuna müşfik bir huzur verdi. Bunun dışında her şey birkaç saat öncesinin aynısıydı. Parmaklıklar arasından birkaç fare süzüldü içeriye. Kare tuğlalardan örülmüş hırpanî duvarlar, örümcek ağlarıyla doluydu. Yerlere birikmiş olan küçük su birikintilerin ne olduğuna bir anlam veremedi. Burada daha önce neler yaşanmış olabilirdi? Sağ yanına uzattığı vücudunu bir gayretle alarak sırt üstüne geldi. Koridorda küçük çaplı konuşmalar yaşanıyordu. Neler yaptıklarını bilmeyi delicesine arzuladığı adamların gittikçe artan ayak sesleri beyninde anlamsız ifadelere dönüştü. “Birazdan gelirler” diye düşündü. “Tanrım” dedi sonra; “Bana bu cezayı verenler de kim? Ben ki sadece adalet adına çalışmış birisi değil miyim, yeryüzünde senin adaletini tesis etmek için çırpınmış birisi? Peki, neden böyle oldu? Suçlandığım şey de nedir? Adalet dağıtmak mıydı hatam?” diyerek devinmeye başlarken hücrenin en karanlık köşesinden gelen ayak sesiyle tüm düşüncelerini bir çırpıda dağıttı. Koyu bir gölge, üzerine doğru süzülüyordu. Nöbetçiye seslenip yardım istemeyi düşündü. Fakat sesini kimselere duyuracak durumda değildi. Duysalar bile ona kim yardım ederdi ki? Adi bir suçludan başka neydi ki? Esrarengiz adam büyüyerek yanına geldi ve başucunda çömeldi. Baktığında onun, kendisini birkaç saat önce hücreye tıkan yargıç olduğunu gördü. Bu adamın burada neden bulunduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Hâlâ uyanmamış ve arızalarla dolu bir kâbusa devam mı etmekteydi? Uzun yüzlü adam hafif bir gülümsemeyle “sus” işareti yapıp, “Yargıç” diye başladı sözlerine. Üzerinde ki koyu renk cübbeyi yanlarından çekiştirerek; “Çıkarlarımıza dayanan hükümler bizi hep haksızlığa ve yanlış hükme iter. Yorumlar saate benzer ve herkesin ki başka yönü gösterir. Sana yapılan haksızlık, senin de haksızlık yapabileceğin anlamına gelmez, bunu meşru kılmaz. Adalet yaralı bir kuştur bilirsin bunu. Dinlene dinlene diyarlar aşar da istikametini şaşmadan menzilini bulur. İnsan en güçlü yaratıktır ama burnunun ucundaki hakikati dahi göremez bazen. Kuralları en iyi şekliyle okuyup öğrenebilirsin evet, lâkin bu, kararlarını, inançların doğrultusunda dönüştürmen hakkını tanımaz sana.” Sakallarını avuçları arasında sıktıktan sonra sürdürdü konuşmasını; “Dostum, adalet sabırlıdır, beklemeyi sever. Zamanı geldiğinde seni de alıp daha önce binlercesini gönderdiğin bu cehennemin içine tıkabilir. Beni anlıyor musun şimdi?” Yargıcın kafası hepten karışmıştı. Artık ne bir şey düşünebiliyor ne de azalarına hâkim olabiliyordu. Tüm vücudu bir yaprak misali titreyip kasıldı. Kimdi bu adam, neler oluyordu?
“Şimdi hakkındaki hükme razı olmalısın.” diyerek ayağa kalktı iri gözlü adam. “Kanunlarla değil de duygularınla, ihtiraslarınla yarattığın bu kokuşmuş dünyanda tek başına hesap vermek zorunda kalacaksın. Üzgünüm ama insan için hak ettiği elbette verilir. Öyle değil mi?” Yattığı yerde parçalanmış bir ağaç donukluğuyla onu izlemeyi sürdürürken demir kapının sürgüsü hızla açıldı. Nöbetçi asker üzerinde kısa keten tunik, göğsünde metal bir pelerin olduğu halde karşılarında dikiliyordu. Selamlamasını yaptıktan sonra; “Sayın Yargıç, efendim, yaşlı bir hizmetçi izin verirseniz sizinle görüşmek istiyor.” dedi. Güneşin yükselmesiyle yüzü seçilebilen adam başıyla “gelsin” işareti yaptı. Hükümlü “mahkûm yargıç” ise daha da şaşırmıştı. Başındaki adam kendisine ne kadar da benziyordu. Tüm bunlar olurken hizmetçi içeri girmişti bile. Dizlerine kadar inen keten gömleği beline sıkıştırdığı hasır şapkasıyla tam bir köylüyü andırıyordu. Yaptığı hareketler hadsizlik olarak nitelendirilebilecek sertlikteydi. Tütününden bir yudum daha alıp konuştu; “Bakın beyler, kim olduğunuz beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Dakikalardır sizi dinliyorum ve konuştuklarınızdan hiçbir şey anlamadım. Bu koridoru temizlemem gerek. Beni bekleyen daha birçok hücre, birçok da pis tuvalet var anlıyor musunuz? Bu sabah karım bir çuval un almam gerektiğini söyledi. Cebimde bir ruble bile yok? Hadi şimdi biriniz hükmü versin, biriniz de cezasını çeksin. Vaktimizi almayın, haydi!” Bu beklenmedik çıkış, geceden beri hiç oturmadan nöbet tutmuş olan askeri de cesaretlendirmişti. Sessizlikten yararlanıp o da bir şeyler söyleyip rahatlamalıydı. “Doğru söylüyor” diyerek başındaki miğferi çıkardı ve yere fırlattı. Alnındaki çizgiler daha da belirginleşmiş, kalın parmaklarıyla başını kaşımaya başlamıştı; “Hem, hem bu nasıl bir hikâye birisi bana anlatsın!” deyip hızla koridorda kayboldu. Onun boşalttığı yerde şimdi, üzerinde, dua edenleri saymaya yarayan ipten kemerlerle bağladığı kukuletalı peleriniyle bir papaz durmuş, son dua için bekliyordu.
Kerim Kolat
2 Yorum