Sabahın erken saatleriydi. Valide Atik’e insanın içini titreten, soğuk, gri bir renk hâkim olmuştu. Sokaklara sis içerisinde kalmış, ayrıca zifiri bir sessizlik hâkimdi. Dikkat kesilirse zayıf düşmüş yaşlı bir köpeğin çöpü karıştırırken çıkardığı sesler işitilebiliyordu sadece. Günlerdir yaşanan bu ezan sonrası sessizlik, bu sabah da yaşanıyordu. Burayı sessiz kılan, solduran ve matlaştıran soğuk değil, insansızlıktı. Belki işine giden birilerinin adımları ya da geceden kalma sarhoşların savuracağı birkaç sövgü burayı ısıtabilirdi.
Bir süre daha devam eden bu sessizliği, yere kuvvetlice basan erkeksi adımlar bozdu. “Tak, tak, tak, tak.” İrice bir adam, köşeyi dönüp sokağın başında beliriverdi ve sokağın sonuna doğru yürümeye devam etti. Bu sokakta rastlanabilecek biri değildi. Üzerinde kaliteli, vücuduna oturan bir palto bulunuyordu. Saç – sakal tıraşı da yerindeydi. Ayakkabıları da yeni ve boyalı duruyordu. Yolunu kaybetmişti belki de. Belki de yalnızlık herkese lâzımdı. Biraz daha yürüdükten sonra metruk bir evin önünde durdu. Pencereleri tamamen sırra kadem basmış, duvarları aşk sloganları ve duyurularıyla dolu, cinlerin hoşça vakit geçirebileceği bir evdi burası. Sigarasını yakarak, rahat tavırlarla evin çelimsiz duvarına yaslandı. Derin düşüncelere, hayallere daldı.
“Başka hiçbir yolu yok. Çocuklarıma ve karıma ancak bu şekilde daha iyi bakabilirim. Hem o müdür pek de sıradan. Bu büyük şirkete yakışmayacak bir tip. Evet, tamam müdüre bildirmeliyim bunları. Müdür, ah evet müdürünün verdiği dosyalar. Dosyalar, onları da bitirmeliyim. Akşam yorgun dönmezsem karımı da yemeğe çıkarırım. Özlemiştir belki. Özlemiş derken, annem tek başına ne yapıyor acaba. Keşke babam yaşıyor olsaydı. Ne kadar yalnız hissediyor kendini. Ölüm, yalnızlığın en canlı hali.”
Çok geçmeden aynı köşede, kısa boylu, kilolu, sarhoş, topal bir adam daha belirdi. Yürürken paramparça olmuş ayakkabısı ayağından fırlamasın diye ayrı bir çaba sarf ediyordu. Bir öncekine göre oldukça pasaklıydı. Kokusu da yerindeydi; votka ve ıslak halı kokuyordu. O da bir öncekinin yolunu izledi ve tam da metruk evin karşısındaki kaldırıma oturdu. Oldukça sarhoş halde ayakkabısını çıkararak içine giren taşları temizlemeye başladı:
“Allah’ın belası ayakkabı! Hiç giymesem daha iyi olacak, şu hale bak. En azından onları taşımaktan yorulmazdım. Daha az yorulursam, karnımı doyurmak derdine düşmezdim. Az acıkırdım. Bir de köpeklerin arasında çöpte karnımı doyurmak zorunda kalmazdım. Pis köpekler, bitli köpekler. Hay ben böyle ayakkabının!”, dedi ve ayakkabısını sokağın ortasına fırlattı. En son uğraşı da onu terk etmişti. Çaresizce sağa sola baktıktan sonra, metruk evin önünde duran adama dönüp alkolden yamulmuş bir ağızla: “Bi’ sigara da bana var mı birader?” dedi. Metruk evin önündeki adam onu daha yeni fark etmişti. Hiç bozuntuya vermeden, hatta umursamaz bir edayla gözlerini kısarak paltosunun cebinden sigarayı çıkardı ve karşı kaldırıma fırlattı.
-“Eyvallah, sağ olasın.”
İyi giyinimli adam yanıt vermedi. Berduş bu duruma fena halde bozuldu. İçinden: “Sanki sigarayı icat etti pezevenk. Şu kibre bak. Cevap da vermiyor”, diye geçirdi.
İkisi de sigara müddetince birbirlerini umursamadılar. İyi giyinişli olan hâla hayal kurup duruyor, daha iyi bir yaşamın neşesini hissediyordu. Berduş ise bu hallere nasıl düştüğüne hayıflanıp duruyordu. Bu sesiz, pis sokağa tam bir zıtlık yerleşmişti.
Berduş, ortadaki zıtlığı hisseti bir an. Bunu bozmak amacıyla cebinden votkasını çıkardı ve sonra karşıya seslenerek, “Gel biraderim gel. İçelim biraz. Gel haydi bakma aval aval.” Karşıdaki adam şaşkın bakışlarla adamın teklifini dinledikten sonra berduşun yanına geçti ve oturdu. Şimdi keyfine keyif katılacaktı varlıklı adamın. Çünkü kurduğu hayallerle mest olmuştu ve şimdi berduş bir adamın votkasını içerek onun hikâyesini dinleyip eğlenmek vardı.
Berduşların hikâyeleri hep merak edilir. Böylece içinde bulunduğumuz durumun güzelliğini fark ederek mutlu oluruz. İyilik falan değildir yaptığımız. Kendimizi mutlu etmenin başka bir yoludur.
Sırayla votkayı yudumlamaya başladılar. Berduş aptalca şeylerden bahsederek sayıklıyordu. “Geçenlerde, bir yılan gördüm. Kocaman. Nah, bu kadardı. Yanıma yaklaştı. Kıvrım kıvrım oldu yanımda. Ama ben, korkmadım. Neden? Kafam kıyaktı. Kafan kıyak olunca korkmazsın. Adam bile vurursun adam. Aslında fena fikir değil. Hapishanede bana tanrının baktığından daha iyi bakarlar hem de. Oh oh. Sıcak yatak, yemek. Köpekler de yok. Misler gibi. Evet, yılanlar iğrençtir.” Buna benzer bir sürü şeyden daha bahsediyordu. Varlıklı adam onu sıkılmadan dinliyordu.
Berduş, bu yeni içki arkadaşının istediği kıvama gelmişti. Ona rastgele bir takım sorular sordu. Ardından neden bu hale geldiğini anlatmasını istedi. Berduş soruyu duyduktan sonra varlıklı adama öyle bir bakış attı ki, ne sarhoşluk vardı bu bakışta, ne de bir keyif belirtisi. İğrenme yoktu, öfke de yoktu. İfadesi olmayan bir bakış, sadece keder eklendiğinde ortaya çıkan bakış her ne ise, bu bakış da oydu. Bu bakış esnasında varlıklı adam karşısındakinin suratındaki bir beni fark etti ve istemsiz olarak elini kendi suratına götürdü. Aynı benden onda da vardı. Bir anda irkildi. Ama bunu önemsemeden hikâyesini anlatmaya başlayan berduşu dinlemeye koyuldu. Çocukluğundan itibaren anlatmaya başlamıştı. Her ayrıntı, varlıklı adamın içini titretiyordu. Hikâye ilerledikçe, önceden soğuktan titreyen eller şimdi korkudan, telaştan ve şaşkınlıktan titriyordu. Şu anda bu hissiz sokağın ortasına bir adet şaşkın, korkulu ve telaş yüklü bir surat yerleşmişti. Çünkü berduşun anlattıkları kendi yaşamının neredeyse aynısıydı. Olanları imkânsız olarak gördü varlıklı adam. Tüm bu olanların tamamen hayal ürünü olduğunu düşündü. Böyle bir şeyin olma olasılığı yoktu. Muhakkak hayal görüyor olmalıydı. En sonunda bu berduşun bir Allah dostu olduğuna kanaat getirdi. Ancak bu şekilde rahatlatabildi kendini. Onu buraya, uyarmaya gelmişti. Her şeyin açıklaması ancak bu olabilirdi. Sonra dayanamayarak ve berduşa döndü ve “Kimsin sen, adın ne?” diye sordu.
Arkalarında iki yılan, birbirlerini sarmalayarak kıvranıp duruyordu. Bunu ikisi de fark etmedi.
“Ne kimim biraderim. Ben, benim işte. Cemal’im ben, Cemal Dağdelen. Ama, ama şimdi bir hiçim anlıyor musun?”
O anda, varlıklı adamın elindeki votka şişesi birden yere düşerek tok bir ses çıkardı ve parçalara ayrıldı.
1 Yorum