Şizofisreni

08:06

Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. Ama sessiz olmalıyım. İşime bakmalıyım. Çığlıklar engelleyemediğim bir kusma hali gibi boğazıma diziliyor. Her seferinde tutuyorum ve yutkunuyorum. Ses dalgaları birer yay halinde arka arkaya diziliyor, içlerinden çizgi halinde oklar geçiyor. Her biri müthiş bir hızla boğazımdan aşağı doğru çarpa saplana iniyor. Mideme ağrılar giriyor. Bu hal son zamanlarda beni iyice kemirir oldu. Doktora gitsem beni tedavi edebilir mi? Ben nasıl kendimi ifade edeceğim ki? Hiçbir insan hastalığının asıl sebebini söylemez ki doktora. Her nedense son hali söylenir. Yani biz derdin son evresine çare ararız.

“Şimdi, ben avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum ama olmuyor doktor. Bu nedenle içime atıyorum. Gerisi malum. Yuttukça mideme iniyor. Mide bu kadar çığlığı hazmedemiyor. Doğal olarak midem de basıyor çığlığı.”

Bu durumda yine ben çığlık atmış olmuyor muyum? Zaten bunu söyleyince bir anda ayağa kalkıp milyonda bir görülen bir hastalığım varmış gibi davranmayacak. Dünyada milyon tane manyak var hepsi de beni buluyor diyecek. Benim istediğim değil kendi uygun gördüğü tedaviyi uygulayacak bana. Ben sadece midem ağrıyor diyeceğim. O da bana mide hapı verecek. İki taraflı yalandan bir iletişimi gönüllü kabul ederek odadan çıkacağım. Şirketin revirinden ne bekliyorum ki? Röntgen falan mı? Adam şu anda bilgisayarında kâğıt oyunu oynuyordur. Oyununu bölmeyelim. Gitsem papaza bakıp bana teşhis koyacak.

Her zamanki gibi çok iyiymiş gibi davranmaya devam etmeliyim.

08:23

“Çay verim?”

İsmet abi, sabahın ilk çayları. Elinde tepsisi ile gözlerini soru işareti kıvamında büyüterek soru edatı olmayan bir soru cümlesiyle aşırı taze çayını uzatıyor. Çayda, daha ben demlenmedim siz ne zaman uyandınız tadı var. Ama bir tek çayın tadı var. O yüzden hemen alıyorum tepsiden bir tane. Çay bardağının dibini gördüğümde İsmet abi yenisini koyuyor önüme. Kısık sesle ve aceleci bir “affiyetossun” bırakıyor. İki kelime gurubu dışında bir kelime grubundan haberi olmadığını düşünüyorum.

Çay verim?

Affiyetossun!

Bazen yaklaşıp yanına “Abi biz tamam da sen niye geldin bu şehre?” diyesim geliyor. Bu da çok klişe olur. Ayrıca şimdiye kadar belki de hiç sorulmamış bir soruyu yüzüne vurmak İsmet abide şok etkisi yapabilir. Şu anda çarkın içinde ne yapması gerekiyorsa onu yapıyor. Bizler gibi. Adamı durdurup, bu çay köy kahvesinde de demlenebilir abi, hatta odun ateşinde daha bir güzel olur, sırf çay demlemek için bizden bir saat önce ofiste olacağım diye evden iki saat önce çıkmak için yataktan üç saat önce kalkmana gerek kalmaz, dersem -ki bu cümleyi bir kere de ben bile anlamadım- zihinsel ve ruhsal yaralara neden olabilirim. Yanıma oturup köyden niye geldiğiyle alakalı birçok neden sıralayabilir. Çaylar aksayabilir. Sadece bir soru ile adamı işinden edebilirim. Yanıma oturmayıp öylece suratıma bakıp işine devam edebilir. Ama bir kere zihnine giren soru nedeniyle aynı performansı gösteremez ve ruhunda bir virüsle yaşamak zorunda kalabilir. Tüm bunlarla adamı yormak yerine en azından evine ekmek götürmek için yorulduğu işine enerji harcasın. Hatta ben şu bardağında dibini göreyim. İşte gördüm.

“Çay verim?”

Olur manasında kafamı sallıyorum.

“Affiyetossun!”

09.57

HAHAHAHAHAHAHA!

Mualla hanım, aşırıya kaçmış makyajıyla her zamanki kahkahasını tüm ofise bırakıyor. Sonra da saçlarını düzeltiyor. Kahkaha attığında saçlarının bozulduğunu düşünen tek çalışan. İlk iş günümde attığı kahkahadan irkilip bir süre kendime gelememiştim. Tahminlerime göre gözlerinin kenarında beliren ilk kaz ayağından sonra böyle olmuştur. Düz bir çalışan olmasına rağmen genel müdür gibi giyinip saçına makyajına özen gösteren -bana abartılı geldiğini söylemiş miydim?- ondan başka kimse yok. Erkeklerin sabah özenle taktıkları kravatlar öğle olmadan çekmeceye atılıyor. Kollar kıvrılıyor. Bunalanlar gömlekten bir düğme feda ediyor. Bayanlar kendi tarzlarına göre giyiniyor ama bu bunaltıcı ortama iyice bunalmak için gelmediklerinden Mualla hanımın yaptığı gibi sabahtan akşama kadar baston yutmuş gibi gezmiyorlar. Mualla hanımsa tüm bunların aksine çantasından beş dakikada bir çıkardığı aynasına baka baka kahkahalar atarak ofisin bunaltıcı havasını iyice bunaltmaya devam ediyor.

Mualla hanım sözü laf arasında döndürür dolaştırır, onun komik bir yönünü bulur ve basar kahkahayı. Saati sormak bile yeterlidir. Hatta onunla konuşmaya bile gerek yoktur. Bir anda söze karışıverir. Ondan sonra lafın nasıl dönüp dolaşıp bir kahkaha ile sonlandığını kimse anlamaz. Uzun süredir attığı kahkahaların ofiste çalışan hiç kimsenin ilgisini çekmediğinin, kimsenin dönüp ona bakmadığının farkında değildir. Belki de farkındadır. Bir şeyin daha farkında değildir. Daha güzel görünmek adına gizli gizli kullandığı güzellik iksiri diye satılan kremler bir süre sonra görünmezlik iksirine dönüşmüştür. Belki bunun da farkındadır.

10:49

“Allah seni kahretsin makine gibi!”

Bu ofisin garip durumlarından biridir. Tarık bey ne zaman fotokopi makinesinin başına geçse o makine çalışmaz. Çalışırsa da yaptığı işi yarıda bırakır. Ya kâğıt sıkıştırır ya toner biter. Bir şekilde adamı çıldırtmak için elinden geleni yapar. Fotokopi makinasının canı varmış gibi konuşuyorum, farkındayım. Ama biz artık bu davranışları inadına yaptığını düşünüyoruz. Hatta ben Tarık bey fotokopiye yaklaştığında makinenin üzerinde sinsi sinsi gülen bir yüz ifadesi görüyorum artık. Çekmeye çalıştığı fotokopiler de genel müdür, müdür ve müdür yardımcısına “ayrı ayrı” götürmek zorunda olduğu “aynı aynı” raporlardır. Yani Tarık bey bir iş yapar, üç kişiye yaptığı işin raporunu sunar. Çalıştığını, maaşını hak ettiğini kanıtlamak zorunda olduğu üç kişi vardır. Ve bunu kâğıt üzerinde kanıtlamak zorundadır, sözlü olarak “Ben bugün bunları yaptım, çok çalıştım.” demesi yetmez. Yemin etse, umursanmaz. Kur’an-ı Kerim’e el bassa, ellerin temiz mi, diye sorarlar. Bu nedenle tüm çalışmışlığını üstlerine kâğıt üzerinde bildirmek zorundadır. O da altında çalışan tek varlık olan fotokopi makinasını tekmeler. Bazen iş çıkışı hiçbir neden yokken bir tekme savurup gittiği de olur.

12:00

Öğle arası…

Yemek vakti…

Şimdi herkes küçük gruplar halinde müdavimi oldukları lokantalara gidecek. Menüden canları ne isterse onu söyleyecek, siparişler gelene kadar birbirlerine tahammül edecekler. Herkes kendi hayatı ile ilgili karşı tarafı imrendirecek birkaç konudan bahsedecek ama kimse karşısındakini dinlemeyecek. Yemeklerini yerken çalıştıkları şirketle ilgili sıkıntılardan bahsedip, bu sıkıntıları ülke siyasetine bağlayıp birkaç defa dünyayı kurtaracaklar. Yemeğin sonunda hepsi birer soda içecek, içtikleri bu soda ile ofise döndüklerinde yemek, konuşmalar, birbirlerinin yüzleri de dâhil olmak üzere tüm öğle arasını sindirmiş olacaklar. Buna rağmen yeni bir öğle arasında yine aynı küçük gruplar yemeğe beraber çıkmaya devam edecektir. Çünkü hiçbirimizin tek başına yemek yemeye cesareti yoktur.

14.17

Yan masada çalışan Faruk sabahtan beri yanında yokmuşum da şimdi gelmişim gibi dün seyrettiği lig maçını -ki hiçbir ligden haberim yok- seyredip seyretmediğimi sorduktan sonra cevap vermeme bile vakit ayırmadan maçın en heyecanlı dakikalarını anlatmaya başlıyor. Hakem hatalarından, önemli anlardan ve maçtan daha uzun süren futbol programlarındaki yorumcuların maç üzerine yorumlarından bir demet sunup hangisine katılıp hangisine katılmadığını bir bir sıralıyor. Sadece maç seyrederek para kazanabilseydi ülkenin zenginlerinden olurdu. Önündeki bilgisayarda bile sakladığı en iyi goller, frikikten atılan en iyi on gol gibi videolar var. Canı sıkıldıkça bakar durur. Hangi takımlı olduğunu dahi bilmiyorum. Zaten tüm maçları seyrediyor. Bu akşam da seyredecek. Yarın gelip bu saatlerde yine anlatacak. Ben de her zaman olduğu gibi gözlerimi gözlerinden ayırmayıp hiçbir kelimesini bile duymayacağım.

15:30

Klasik ofis çalışanları gibi bizler de yavaş yavaş işlerimizi yarıda bırakıp iki saat önceden toparlanmaya başladık. Ölümüne çalıştığımız ofisteki herkes bu ofis dışında çok renkli bir hayata sahip olduklarını, sadece çalışıp uyuyan tiplerden olmadıklarını kanıtlamak için akşam katılacakları etkinlikleri birbirlerine anlatıyorlar. Sinema, arkadaş toplantısı, doğum günü partisi gibi planları birbirlerinin yüzlerine vuruyorlar. “Süper bir film gelmiş kaçırmayalım dedik”, “Üniversiteden arkadaşlarla buluşacağız, uzun zaman oldu görüşmeyeli”, “Çocukluk arkadaşım çok samimiyiz, gitmezsem öldürür beni” cümleleri ofisin bilgisayarlarını kapatacak, ışıklarını söndürecek. Ve hepsi de biliyor ki çıkış saati geldiğinde birkaç günün şanslı insanı dışında çoğu sadece evine gidip yatacak.

17:00

Özgürlük! (mü?)

Sabahtan akşama kadar yirmi yıllık arkadaş gibi muhabbet eden, yemek yiyen, çay içen, şakalaşan tüm ofis çalışanları sanki birbirimizi hiç tanımıyormuş gibi evlerimize dağılıyoruz. Tüm gün, tüm hafta, tüm aylar… Aynı hikâyenin tatsız ve cehennem azabı tekrarı. Her sabah işimle evim arasındaki yolu arşınlıyorum. Biz bir oyun oynuyoruz ama ben bu oyundan çıkmak istiyorum. Hem de bağıra çağıra. Ama bir işyerinden çığlık çığlığa ayrılan biri çok da iyi hatırlanmaz değil mi?

– Bir anda çığlıklar atarak çıktı ofisten.

– Delirdi herhalde!

– Yok canım! Çok konuşmazdı, Kimse ile de samimiyeti olduğunu görmedim.

-Benim de gözüm tutmuyordu bu adamı.

Ofisin içinde olduğu yüksek binaya dönüp bakıyorum. Gri rengiyle bir anda büyük bir çöp kutusuna dönüşüyor. Kapağı açık kalmış çöp kutusu. Etrafımdaki insanlara bakıyorum. Kimse kocaman bir çöp kutusunun olduğunu görmüyor. Kokusunu almıyor. Yere atılmış, çürümüş, kokmuş küçücük bir çöp poşetinden gelen kokuya dayanamayan insanlar kocaman bir çöp tenekesini görmüyor. İnsanlar küçük çöp poşetlerine dönüşüyor. Hışır hışır ses çıkarmaya başlıyorlar. Kulaklarımı tıkıyorum. Bir çürümüşlük kokusu geliyor burnuma. Tıkıyorum burnumu. Dayanamıyorum, kaçmaya başlıyorum. Evime ulaştığımda çekiyorum ellerimi aynı koku, aynı iğrenç ses. Benim üzerimden de geliyor.

Ömer Can Coşkun

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • sinan önel , 17/08/2017

    ne güzel özetlemişssin vebalı hallerini biz insanların

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir