
Üç tekerlekli arabasıyla aheste aheste gelen bu tatlıcı; özbeöz İstanbulludur. Adı Cemil. Hâlâ Eyüp’teki dededen kalma evinde oturur. Yıllar önce politikaya merak sarmış, çeşitli partilerden, belediye başkanlığı için aday olmak istemiş fakat parti listelerinde adına yer verilmemişti. Vazgeçmemiş, bu sefer bağımsız aday olmuş, tatlı arabasına yerleştirdiği eski bir teypte çalan; “Yine bir Gülnihâl aldı bu gönlümü” şarkısı eşliğinde sokak sokak dolaşmış, esnaf ziyaretleri yapmış, ama mahalle camisindeki arkadaşlarının şakalarına maruz kalacak kadar az oy almıştı.
Baba dostu Kahveci Hasan, Cemil’in yıllar önce seçim kampanyası için yaptırdığı broşürü kahvehanesinin duvarında asılı tutuyordu. Cemil’in vesikalık fotoğrafının büyütülmesinden ibaret olan bu broşürün, kahvehane duvarında hâlâ asılı duruyor olması, uzatılmış bir eşek şakasıdan ziyade; dürüst ve namuslu insanların gözünde bir ironiydi. Bir keresinde politikaya enikonu bulaşmış bir arkadaşıyla karşılaşmış, arkadaşı onu bir kenara çekip; “Cemil’im! Bu işler sana göre değil, sen temiz adamsın! Yazık etme kendine!” demiş. Hemen akabinde göz göze gelmemek için yanından uzaklaşmış, uzaklaşırken de; “Aslında siyasetin senin gibi, temiz insanlara ihtiyacı var!” demiş; konuşmayı yine politik bir kurnazlıkla sonlandırmıştı.
Hâlbuki Cemil’in, büyük hayalleri vardı. Her şeyden önce tam bir İstanbul aşığıydı. Zaten asıl hedefi İstanbul belediye reisliğiydi. Bir keresinde de elde avuçta ne varsa yine bu hayali için sarf etmiş fakat beyhude kürek çekmişti. Buna rağmen İstanbul’a olan sevgisi git gide artıyor, İstanbul’la ilgili güzel hayaller kurmaktan kendini alamıyordu.
Her gün sabah namazından sonra “Bismillah” deyip, yola çıkıyor, sokak sokak dolaşıp tatlı satıyor, tezgâhındaki tatlıları bitirince, evine doğru yola koyuluyordu. Bu yolculuk son zamanlarda onun için bitmez tükenmez bir zevke dönüşmüştü. Yol boyunca; kendini kalabalık bir meydanda, İstanbul halkına seçim konuşması yaparken hayal ediyor, onlara en güzel hayallerini bir seçim vaadi gibi anlatıyordu:
“Sevgili müşteriler! (Öhhö öhhö) Özür dilerim, sevgili vatandaşlar! Bakın ben doğma büyüme İstanbulluyum. Hem de yedi göbek… Şimdi bakar mısınız sevgili hemşerilerim, şu canım İstanbul’umuza…
‘Bu dürr-i yektâ / adeta teneke yüzüklere kaş yapılmış gibi / abus. Her biri, tek başına birer başkent olacak vasıfta ki, iki yakası, köprü denen demir yığınlarıyla sarılmış, / kemend atılmış eşsiz bir tavus kuşu gibi / mahzun.’
Bakın sizi temin ederim; ilk işim bu demir yığınlarını birer hanımeli ormanına çevirmek olacak. Evet evet, yanlış duymadınız, hanımeli ormanı… Hem de sarmaşıkları tâ boğazın sularına kadar inecekler, suya inen salkım söğütler gibi nazlı nazlı saçlarını yıkayacaklar. Her sabah güneş doğarken, o ferah ferah esen bad-ı sâbâ bütün canım İstanbul Boğazı’nı hanımeli kokularıyla mest edecek. Bakın o zaman, sizi temin ederim, kuşlar bir başka cıvıldayacak, martılar sevinçten çığlık çığlığa… Vapurlarda, meydanlarda, sokaklarda; cümbüş, donanma, şenlik olacak.
O zaman simitçiler, kestaneciler, mısırcılar, gün boyu tebessüm edecek. Anneler sabah namazı için serdikleri seccadelerini toplamadan, evlerinin bütün pencerelerini açacaklar; mışıl mışıl uyuyan çocukların saçları buram buram hanımeli kokacak…”
Attığı nutkun en ateşli yerlerinde, farkında olmadan yürüyüşü hızlanıyor, tebessümü dudaklarından yüzüne yayılıyordu. Yanından geçenler, boş tatlı arabasıyla haddinden hızlı giden Cemil’in irileşmiş, heyecanlı gözlerine ve kendi kendine mırıldanmalarına dikkat etmiyor; dikkat edenler de onun, işini bitirmiş ve evine erken dönmeye çalıştığını zannediyordu.
Tahir Tarık Balıkçı
5 Yorum