Güneşin bir mızrak boyu yaklaştığı, insanların yüzünde kıyamet tedirginliğinin yaşandığı, herkesin bir tarafa koşuşturduğu yaz günleri bitmiş, Eylül’e merhaba demiştim. Eylül demek, benim için okul demekti. Türkçe öğretmeni olarak yeni tayin olduğum şehre alışmaya çalışıyordum. Evime gittiğim sokağın başında, küçük bir ev, evin bahçesinde de rengârenk çiçekler vardı. Pencerenin önünde duran fesleğen ve menekşelere daha bir özen gösterildiği belliydi. Bahçeden gelen lavanta kokuları arasında, çenesini bastonuna dayamış, gözlerini toprağa dikmiş, yüzünde yılların çizgileri belirmiş yaşlı amcanın hâli her gün ikindi serinliğinde yolumu kesiyordu. Ona karşı duyduğum gönül yakınlığı beni ürkütüyor, kendi geleceğimi gösteren bir ayna olmasından çekiniyordum. Selâmımı almak için başını kaldırdığında, gözleri, okyanusun enginliğini andırıyordu. Beni yalnızlığının girdabına çekip boğmasından korkuyor, kendimi eve atıyordum. Hâlbuki ben, kendi yalnızlığımı örtmek için yaşı altmışı aşmış insanlarla sohbet eder; onların anlattıklarını not tutar; kendime arşivlik hikâyeler biriktirirdim. Uzun zamandır kelimelerle tutuştuğum savaşı çoğunlukla kaybediyordum, bu doğru. Kazandığımı sandığım anlarda ise elimde ganimet olarak hüzünden cümleler kalıyordu.
Günler, haftalara; haftalar da aylara eklenmişti. Her gün kendini tekrar eden seremoni, hastalığımı depreştirmişti. Amcanın hikâyesini merak etmeye başlamıştım. Yine bir akşamüstü, iş dönüşünde bütün cesaretimi toplayarak karşısına geçip küçük tabureye yerleştim. Uzun bir sessizliğin uykusundan, “Mahallemize hoş geldin. Ne iş yaparsın evlâdım?” sualiyle uyandım. Amcanın görüntüsüne tezatlık arz eden gür sesi beni şaşırtmıştı doğrusu. Öğretmen olduğumu söyledim ve sözü fazla uzatmadan “Bu kâinatta hakiki aşk var mı, sonu yalnızlıkla bitmeyecek bir sevgi mümkün mü?” sorusu ağzımdan çıkıverdi. İhtiyar amca, derin derin nefes almaya başladı. Soluğu, büyük ormanlardaki ağaçların hışırtısını hatırlatıyordu. Konuşmuyordu. Belki de saatlerce sustuk. Ne kadar zaman geçtiğinin farkına varamamıştım ki, elime, üstünde kuş resimleri bulunan, rengi atmaya yüz tutmuş ahşap bir kutuyu tutuşturuverdi. Başını kaldırmıştı. Yüzünde buruşuk çizgiler ve rotasını kaybetmiş hüzünden gemiler dolaşıyordu. Tek kelime etmeden, üzerime kaldıramayacağım bir kasvet bulaşır diye “Hayırlı akşamlar” diyerek, verdiği kutuyu koltuğumun altına sıkıştırıp bir korkak gibi kaçmıştım.
Eve geldiğimde kendimle cedelleşmeye başladım. Yalnızlık ve dört duvar üzerime kudurmuş köpekler gibi geliyor, azı dişlerini gösteriyor, durmadan hırlıyordu. Kutunun kapağını açtım. İçinde mavi bir kâğıda yazılmış mektup vardı. Okumaya başladım.
“Onu ilk tanıdığımda hüzünden bir kale gibiydi. Etrafına çektiği setleri yıkmam gerçekten güç olmuştu. Ben, dünyanın ve insanların ona bulaştırdığı zehri almak, gönlündeki kederi gidermek, hayatı paylaşmak ve ona ‘Huzur Çiçeğim’ diyebilmek için bende olan ne varsa ona vermeye hazırdım. Beni kendisine ensâr kılmasını murâd ettiğim bir Muhâcir Kızı idi o. Ruhumu bütün çıplaklığıyla ilk defa ona açmıştım. İlk defa onunla ağlamış, onun tebessümüyle taş gibi kalbim, kıvama gelmişti. Bildiğim tüm katı yönlerim buharlaşmış, uçup gitmişti. Gökteki ayın on dördünü gördükçe âh çeker, ay yüzüne baktıkça göğün ona ayna yapıldığını düşünürdüm. Uykularımı kaçıran da, tövbelerimi bozduran da onun küçücük gamzesiydi. Artık ben, o ay yüzlü yârin maktûlüydüm. Kalbimi dinginleştirecek ilaç ise onun gülüşü, koca gözlerinden dünyama saçılan ışık ve şefkatti. Ben, bir kitaplarımın bir de onun kokusunu tarif etmekten acizdim.
Hayatımda sadece bir kez “Benimle evlenir misin?” sorusu dudaklarımdan dökülmüştü ve o cümle de yerden kaldırılmamış, şehrin gürültüsü arasında kaybolmuştu. Bulunduğumuz mekân, oturduğumuz masa, masanın üzerindeki yemek buz kesmişti. Aralık ayının son pazar günü içimdeki umut dağlarının tepelerine kar yağmaya başlamıştı. Biz onunla bir şehirde, ipeklerden daha yumuşak kalbinin ve sadece bizim duyduğumuz bir müziğin eşliğinde ritim tutup yürümüştük. O günden hatıra kalan tek cümle ise: ‘Şehrime geldin, hoş geldin. Şehrimi sev ve ikimizi de güzel hatırla.’ olmuştu. Topuz yaptığı kestane rengi saçlarını dağıttığında, her telinden bir mısra sarkıyordu. O yürüyordu, ben izlerini topluyordum. O uyuyup uyanıyordu, ben takvim yapraklarını koparıyordum.
Gün geldi dünya üzerinde kavuşamamanın da bir nasip, unutmanın da bir vefa olduğunu hatırladım ve sessiz sedasız çekildim köşeme. Sükûtun da bir şive olduğunu kabul edip mahşer sabahına kadar susmayı tercih ettim. Onun yokluğunda elim ne kaleme değdi ne de kâğıda. İlk başlarda her dakika uzaktan uzağa gölge gibi takip etmek ve nerede olduğuna dair tahminler yürütmek gönlümü teskin etmenin diğer adıydı. Saçlarımı ve de sakallarımı, onun parmaklarının değmeyeceğini bildiğim için hep kısa tuttum; rüzgârdan da sakındım onları. Sonraları elimde kalan tek hatırası fotoğraflarına bakmaktan ve günleri saymaktan da vazgeçtim. İnsan, günleri saymayı bırakınca alışmaya başlamış demektir. Zaman gözlerimden sûretini silikleştirmişti ama kalbim onun küçücük gamzesine büyük zincir halkalarıyla bağlı kalmıştı. İçimdeki yalnızlığın hüznü yüzümden okunuyordu. Yalnızlık kasvetliydi ve bu kasvet bir süre sonra bende meleke hâline geldi. Kimseye bulaştırmak istemiyor, kendi yağımda kavruluyordum. İnsanlarla göz göze gelmekten de hep bu yüzden çekiniyordum.
Aşk, insanın kalbinde biriken bir acı yumağıdır. Bu acı, bütün damarlarımıza yayılır ve zamanla kemiklerimizi bile sızlatmaya başlar. Aşk, hayatımızda alabileceğimiz en büyük mağlûbiyettir ve bu yenilginin rövanşı da yoktur. Yenilgiden dönerken kalbim; o uğursuz, o mendebur, o vahşi suratlı Moğol askerleri tarafından işgale uğramış; kütüphaneleri talan edilmiş; kitapları yakılmış, âlimleri öldürülmüş bir şehri andırıyordu. Bütün harflerimi, kelimelerimi yitirmiştim. Tek cümle kurmaya tâkatim kalmamıştı. Yârin teni tenime değmeden yaşamanın acısı ve dünya üzerine bir döl bırakamamanın, baba olamamanın sancısıyla yaşadım otuz yıldır. Kendime bir yalnızlık mezarı kazdım ve mezarımın üzerine toprak değil, beton atarak oraya bedenimi canlı canlı gömdüm. Aşk ve ayrılık sürekli bir izdivaç halindedir. Bu birliktelikten doğan çocuğun adı ise her zaman yalnızlıktır. ”
İhtiyar amcanın yazdıklarında, misketleri yutulmuş, oyuncakları kırılmış bir çocuğun onulmaz kederi okunuyordu. Aytmatov’un, “Gün Olur Asra Bedel” takvimine göre kaç asırdır yalnızdı ve bu yalnızlığı kaç yüzyıl sürecekti, bilmiyordum. Kireç tavana gözlerimi diktiğimde adını bile soramadığım adamın hayali karabasan gibi üzerime çörekleniyordu. Sorumun cevabını almıştım ama huzursuzluğum artmıştı. Artık soru da cevap da beni tatmin etmiyordu. Mutluluk mutluluk, mutsuzluk da mutsuzluk vermiyordu.
Sabah uykusuzluk bir günah gibi ağır geliyordu omuzlarıma. İşe yetişmek için otobüse koştururken salâ veriliyordu. Akşama tekrar amcanın yanına uğramalıydım. En azından sevdiği kadının ismini, şehrini öğrenmeliydim. Yazdıklarında sadece Muhâcir Kızı’nı okumuştum. Eski adamlar, isim mahremiyetine önem verirlerdi. Öyle olur olmaz yerde zikretmezlerdi; ben de tüm bunları dedemden biliyordum tabiî ki. Nerden göç etmişlerdi kim bilir. Şeyh Şamil’in mücadelesiyle destanlaşan Kafkaslardan mı? Bir hafta da elden yitirilen, koskoca bir devletin sonunun hazırlandığı Balkanlardan mı? Belki de o da evlenmemişti. Şu ahir ömründe yüzünü güldürmek için mutlaka bir şeyler yapmalıydım. Gün boyu içimde bu düşünceler huysuz bir at gibi tepişti durdu. Dönüş yolunda otobüs yine hınca hınç doluydu. Trafik, kaplumbağa edasıyla ilerliyor; günüm, asra bedel geliyordu. Amcanın evinin önüne vardığımda sandalyesi boştu. İlk defa bu saatte onu yerinde bulamıyordum. Bir kadının sesi merakımı ortadan ikiye böldü.
“Yaşlı amcayı arıyorsanız bu gece ölmüş. Sabah hoca efendi camide göremeyince merak edip evine gelmiş, ölü olarak bulmuş. Bugün de kimsesizler mezarlığına gömdüler.”
Kadının bir çırpıda söyleyiverdiği ölüm, benim yalnızlığımı büyütmüştü ama haftada bir gün de olsa gidecek, aidiyet besleyeceğim bir yerim olmuştu. Artık ziyaretgâhım kimsesizler mezarlığıydı. Rahatlıkla içimi dökebilecek, derdimi anlatabileceğim ve bana itiraz etmeyecek bir dostum olmuştu.
Yalnız adamlar için ruhuna Fatiha okuyabileceği bir dostunun olması bile gerçekten büyük nimetti.
Celal Kuru
3 Yorum