Kaç zamandır içli bir öykü yazma niyetiyle salaş kahve arıyordum. Başıma ne geldiyse sonu efsunlu bir cümleyle biten o öyküyü yazma merakından geldi. Aslında aradığım da çok bir şey değildi, alt tarafı fonetik adı olan bir semtteki salaş bir kahvede oturan üstü başı yırtık, eski kıyafetli bir amca bulacak hayatın sillesini nasıl yediğine dair birkaç hikmet koparacaktım. Sonra da adam ortadan kayıp mı olur, ben mi ererim, yoksa kahvehane starbucksa mı döner bilemem, nasipte ne vardıysa artık. Lâkin benim bu talihsiz kalemcağızım yok mu aaahh… Herkesin bir çırpıda bulduğu o sakalı uzamış, o hikmet abidesi yaşlı amca bir türlü çıkmıyordu karşıma. Ben de yandan omuza asmalı keten bir çanta, gösterişli gibi olmayan ama aslında kaliteli olduğu bir çırpıda anlaşılan parliament mavisi bir ajanda ve kalem takımıyla düşüverdim yollara. Çantada on kitaplık yer varken okumaktan sıkıldığım ağır ontolojik bunalım kitabını da elimde taşımak zorunda kaldım ya, feda olsundu, o öyküyü yazmak bunu gerektirirdi.
İstanbul’un ne kadar tarihi semti varsa kar kıyamet geze geze perişan oldum. Kocamustafapaşa’dan tutun da Galata’ya kadar gezmediğim sokak kalmadı. Baktım olmuyor, bir de adı güzel olan sahil semtlerini gezeyim dedim. Sayfiye’den Sefaret’e, Aşiyan’dan Boyacıköy’e ayaklarıma kara sular indi. Yok efendim, bulamıyorum. Salaş olmasından geçtim, şöyle eskiyi andıran bir havası olsa öykünün gerisini tamamlayacağım zaten, ama yok.
Umutlarımı boğazın sularına salıverip talihsizliğime methiyeler dizecek şiirlerde teselli ararken günlerden bir gün işim Maslak taraflarına düştü. Bir de ne göreyim? Tam aradığım gibi bir mekân. Ya hu bu kadar gökdelenin ortasında ne arar demeye kalmadan koşarak eve gidip öykü takımlarımı aldım. Hazır bu kadar zahmete girmişken instada biraz laykımız coşsun niyetine fotoğraf makinemi de taktım boynuma.
Yolda giderken kurguyu bir gözden geçirdim. Mekânın duvarında yüzü görünmeyen bir kadının resmedildiği tablo olacak, dip köşede sakallı suskun bir amca duracak. İlk başta biraz çekingenlik, ardından bir cesaret muhabbete girecektim. Sonrası nasip… Eyüp Cami civarında yanına yaklaşıp konuşmak istediğim evsizden dayak yediğime, soğuktan ellerimin kanamasına ve hastalanıp yataklara düşmeme yetecek bir şey olsun yeterdi.
Mekana girince ilkin masalar ve sandalyeler takıldı gözüme. Ben, küçük, tahta iskemleler beklerken baya deri koltukların arasında kalmıştım. Canın sağ olsun dedim, dış görünüşü yeter. Şimdi o efsunlu kişiyi bulmakta sıra. Ama bu garibin şansı yaver gider mi efendim? Herkes gran tuvalet oturuyor. (Bu da böyle mi yazılıyordu ya hu? Ne menem şey şu ecnebi dili. Bak bu iyi oldu, öyküde buna da değinir, Türçemizin fonetikliğinden dem vururum.) Ortalık rugan ayakkabı ve kravat kokuyordu resmen. “Aaa, bak bunu da eklerim öyküye” dedim, “kapitalizmin insanların boynuna geçirdiği bez parçası, bezden tasmalar… Yok şimdi bulamadım, sonra ayarlarım buna bir şey…” Garson sipariş almaya geldiğinde el mahkûm ona sorayım dedim.
– Buralarda sakallı, üstü başı eski olan bir amca var mı?
– Valla bilmiyorum, adı neydi? Ya da fotoğrafı var mı? Arkadaşlara sorayım…
– Yok yok, öyle değil. Yani genel olarak buraya takılan… Hani böyle olur ya üstü başı yırtık, sakalı falan kirlenmiştir. Ya hani suskundur, ne bileyim, bir köşede oturur… Olmuyor mu öyle?
– …
– Neyse çay var mı?
– Bitki çayı ve kahve çeşitlerimiz var efendim.
– Efendim?
Ya hu bu kadar bereketsizlik görülmüş müdür? Ne amca var ne çay! Hoş çaydan da pek hazzetmem ama öyküde güzel giderdi. Yine umutları yele vermiş, etrafı incelerken içeri biri girdi. Üstü başı biraz eskiydi evet. Yani tam eski de değildi ama çok da normal görünmüyordu. Sakalı yoktu ama ne fark eder canım? Öykü dediğin biraz da kurgu olacak. Adam yan masaya oturdu bir latte söyledi. Bu kadar absürtlük de anca bana denk gelir zaten. Latte nedir dayı? Hikmetli amca latte içer mi ya?
İçti yeminle. Yine de bu adam farklıydı. Modanın ve popülizmin bize dayattığı kıyafetleri giymemişti evet. Aha, öykünün kilit cümlesini buldum. Bu heyecanla bir çırpıda yanına gidip masasına oturdum.
– Bu latteler ne kadar uzak değil mi kültürümüze? Hâlbuki Türk kahvesi gibi medeniyetimizin temel unsurları buram buram kokuyorken…
– Efendim?
– Kahve diyorum, hani bunlar Batı’nın bize sonradan dayattığı şeyler.
– Ne diyorsunuz beyefendi? Bir şey mi diyeceksiniz?
– Aslında sizin demenizi bekliyordum. Yani bu suskunluğunuzun altında kim bilir ne hikmetler vardır?
– Kardeşim, ne suskunluğu oturmuş kahvemi içiyorum burada.
– Ya evet de hani kılık kıyafetiniz, yani siz farklısınız. Gökdelenlerin ortasında modern bir derviş gibisiniz adeta.
– Kardeş bir derdin mi var? Para mı lazım?
– Kalbimi çok kırdınız. Ben para peşinde değilim. Sizin öykünüzü yazacaktım. Herkesin zamanı kovalamaktan bir kedi sevmeyi, bir kitap okumayı, yeşilin değişik bir tonunu fark etmeyi unuttuğu şu zamanda tüm bu mekanik çağa meydan okuyan duruşunuzu kaleme alaca…
– Fethii! Hesabı getir oğlum. Şu manyağı da buradan alın. Çağ diyor, kedi medi diyor bir doktora gösterin, iyi değil bu.
Ah ben başımı nerelere vurayım. Meğer adam moda tasarımcısı mıymış, reklam ajansı mı varmış neymiş. Kardeşim bu bahtsızlıkla öykü möykü yazamam ben. Hâlbuki adam âşık çıkacaktı, oradan Leylalara Mecnunlara bağlayacaktım hikâyeyi. Belki bir “Mecnunum, Leylamı gördüm” de ben yazacaktım ama nerdee… Ben yazmaya kalksam, Mecnun gider Leylayı döver hikâye de karakolda biter.
İbrahim Halil Aslan
10 Yorum