Bir ev. İki cepheli. Ön taraf ara sokak; dar, kalabalık. Arabalar park etmiş her boşluğa, aralarından yol bulup geçen insanlar. Güneş uğrarsa pencere kenarına ne âlâ. Arka taraf henüz modern insan canavarı tarafından keşfedilmemiş bakire topraklar. Bir miktar ağaç, yabani otlar, kedi köpek dolu. Olsun, en azından yeşile bakıyor yüzümüz. Bir gün belediye başıboş hayvanları toplar. Bir gece ufak bir kıvılcım sonra ortalığı yoğun bir duman kaplar. Sabaha kadar süren söndürme çabaları kurtaramadı yıllardır toprakla huzur içinde yaşayan ağaçları. Yeşilden geriye kalan sadece çalı çırpı… Sonra kepçeler gelip düzlemeye başladı toprağın sırtını. Ardından, zemini derinlemesine oyup yerleştirdikleri demir mızrakların üstüne beton yükseldi kat kat. Manzara kaybolmaya başladı parsel parsel. Gittikçe görünmez olan toprağın el değmeyen yeri kalmayana dek dikmeye devam ettiler soğuk beton blokları. Ve bir gün… Fark ettik kendi kendimizi hapsettiğimizi bu kodese, fakat artık çok geç; sökmek için sırtından toprağın bu göğe uzanan dikdörtgen piramitleri. Güneş de yok artık, yeşil de yok, bir karış toprak da. Bir biz varız hapsolmuş bir de manzaranın önünde demir parmaklıklar.
Hasan Hüseyin Sevimli