
İnsanları, ellerinden tanırım.
Kimi sıkılı yumruklarla gelir durur karşımda. Gözleri alev alev, ağzını açsa kükreyecek! Her daim alacaklı, beklemeye ise tahammülü yok. Yumruk yumruğa bir kavga başlayacak, güm güm güm! Kimi de telaşlı elleriyle gelir durur karşımda. Gözlerine kocaman bir kaygı bulutu gelip oturmuş, çisil çisil yağacak. Beklemekten bıkkın ve yorgun omuzları düşmüş. Ellerini bir sıkıyor bir açıyor ve tırnaklarını birbirine sürtüyor. Bin bir telaşla elinin tersiyle, tak tak tak!
O gece ellerinde bir çift el ile gelmiştin.
Heyecandan pır pır eden kalbinin sesini, metrelerce uzaktan işitmiştim. Yüzünde göz izi vardı. Bildim. Gülüşmeler, kikirdemeler, iltifatlar yağmurunda izlemiştim seni. Babanın seni bu hâlde kabul etmeyeceğini bile bile gelmiştin. Onun sözlerini çiğneyerek kahkahalar bırakmıştın merdivenlere. Her basamakta bir intikam sesi… Annenle birlikte onları dinledim geceler boyu. Anneciğin eşiğe oturur ve dalar giderdi. İçim burkulur, boğazım düğümlenir, ses etmezdim. Baban duymadan toplar ve biriktirirdi o kahkahalarını. Kahkahaların gülücüklere dönsün diye el açardı yüce Mevla’ya. Baban açmazdı. Elini ve kalbini.
Oysa mini mini ellerle bahçede çiçek derdiğin, kâğıttan uçaklar uçurduğun, kiraz ağacının gölgesine salıncak kurduğun günler, dün gibi aklımda. Eline kıymık batsa onların sinesine hançer saplanırdı. Usulca gözetlerdi seni baban. Ses etmeden, göz ucuyla… Ellerim tombik tombik şarkısıyla süslerdin sokağımızı. Dalga dalga yayılırken gülücüklerin, babanın aniden yükseliveren sesiyle ağlardın. Sen ağladın mı benim gözlerimden süzülürdü yaşlar. Annen koşarak sarıp sarmalar, babana da kaş göz ederdi. Harfsizdi konuşmaları. Annen dünyadan göçünce ise harfleri hepten yitiverdi. Yağmursuz bir bulut, çiçeksiz bir dal gibi kalakaldı. İçten içe hep seni suçladı, demeye dilim varmıyor amma…
Ne de olsa sen ona, rahmetli annenin emanetiydin. Korumalıydı seni, gözünden sakınmalı. Bundandı yasaklar, kilitler, perdeler… Her sabah bir çift sıcacık ekmekle geldiğinde kapının önünü süpüren, söylene söylene iş tutarken izlemeye doyamadığı eşi, artık yoktu. Ütüsüz gömleğini şikâyet edeceği, mirası kaçırmak isteyen kardeşinin ona neler ettiğini anlatacağı karısı, yoktu. Eve varır varmaz çalmadan açılan kapısı yoktu. Anahtarı vardı, boğazına takılan düğümleri, söylenmemiş sözleri… Bir de sen vardın. Mini mini ellerin, boyundan büyük lafların, bıktıran inadın.
Yıllar yılları kovaladı. Mevsim bahara döndü, ağaçlar çiçeğe durdu. Masmavi bir günde, yabancının birine gönül vermiştin. Ardına bile bakmadan gidivermiştin! Senden geriye acı kahkahalar, soğuk sözler kalmıştı. Soğuk söz duymuş gönül, kırk yaz görse ısınmazmış. Sen gittiğinden beri mevsim hep güz idi.
Ne tuhaf! Seni bir daha göremeyeceğim sanmıştım. İncecik beline kadar süzülen bir şal, kolunda kocaman bir çanta ve ellerinde mini mini bir çift el…
İnsanları, ellerinden tanırım, demiştim ya!
Çocukluğunda narin ellerle gelişini, sınav sabahında telaşlı ellerle kimliğini arayışını, sıkılı yumruklarla gidişini… Bugün sessiz sedasız ellerinden anladım pişmanlığını. Senin sessizliğine ağlayan yavrunun sesinden tanıdım, sen olduğunu. Evladın sana ne kadar da benziyor, her bir basamağa bir inilti nakşediyor. Önüme bir çift on yedi numara iliştirdiğinde kâğıttan uçaklar uçtu sokağımda.
Bugün babanla aranıza set olmayacağım. Çünkü bu sefer anahtar paspasın altında. Biliyor musun? Babanın içine doğmuş herhâlde. Sıkılı yumruklarla değil, titreyen ihtiyar elleriyle annen gibi gri paspasın altına iliştirdi anahtarı. Ayakkabılarını ters çevirdi. Buğulu gözlerle baktı bana. Vedalaşmak istedi, yapamadı, sertçe itiverdi. Olsun, ben alışkınım itilmeye, babanın heyheylerine. Sen korkma diye hep buradaydım.
Ama dün gece bambaşka bir şey oldu. Ansızın, kırk dört numara bir çift rugan kayboldu, gözlerimin önünde. Yer yer dökülüyordu. Topukları aşınmıştı. Emektardı. Gidiverdi. Gözlerimin önünde. Bir çift kırk dört. Bir gece.
Gülce! Haydi buyur, eşiğime bırak on yedi numarayı. Kilidimi aç ve babasız bir evle tanış!
Z. Rumeysa Topal


5 Yorum