Çok garip.
Garip olan ne?
Garip akımı abi. Çok garip bu adamlar.
Üç, iki, bir, müzik…
(Falanca kitabın filanca sayfasının dördüncü paragrafının başlangıcı)
“Açıkçası bugün gelinen noktada hiç birimizin bu işten sıyrılabilmesi mümkün görünmüyor…” Sesi kısık televizyondan kulağıma gelen lafların hiçbirisi beni çekmiyor. Ajanslar, diziler, yarışma programları, sabah kuşağı, dantel örenler, çöpçatanlık programları… Aç ayı oynamaz derler ya, bizim insanımızın hatırı sayılır kısmı en son ne vakit tok olduğunu unutmuşken ortada çekilen bu halay da neyin nesi demekten alamıyor insan kendini. Adam aç abi, ama televizyona öyle bir yapışmış ki sorma; sakız gibi. Biraz bu yana yatalım, biraz şu yana…
Ekmek aslanın ağzındaymış, bunlar boş laf efendim. Aslan, ekmeği tutsa kapımıza getirse “Dur şuna bi bakayım, şunu kaçırmayayım. Şu bi bitsin de sonra bakarız.”larla onu da kaybederiz biz. O noktaya geldik bile. İnecek vardı kaptan diyenlerimize geçmiş ola. Kaptan geri dönmeyecek. Biz o kaçırdığımız yere, indiğimiz mesafeden geri dönmenin hesabını yapana kadar önümüze yepyeni programlar, beyni iki gram iki gram azaltan tv şamataları zuhur edecek.
Zamanının kerli felli muharrirlerinden birine sormuşlar, “Ne yaparsak ruhumuz doyar?” diye. Muharrir önce şöyle bir gerinmiş. Boynunu kütletmiş -sanki ringe çıkıp boks yapacak gibi- “Efendim” demiş, “Bunlar boş laf. Karnın doysun önce. Ruh da neymiş?” Muharririn bu pişkin tavrından hazzetmeyen muhatabı, “Hadi be senden ne köy olur ne konak. Yazdıkların da bi şeye benzese bari.” Deyip lafı kerli fellinin suratına aşketmiş. İyi de etmiş. Ruhun hakikatinden, varlığından uzak yaşayan bu aklın insanımıza ne vereceği tartışıladursun, “Peynir ekmek maval, zevk-ü sefaya dal hemşerim.” diyenlerin de gemisi az yol almadı bu memlekette. Yani anlayacağınız ruhun varlığını inkâr edenlerle, eğlence mucitliğine soyunanlar arasında tercihe mecbur bırakılmamız ve kendimizi bir biçimde müşteri olarak bulmamız az şey değildir.
— Güzel konuştun. Bence biraz daha mürekkep tortusuna ekmek banmalısın. Bak yumurtalı mürekkep de fena değildir. Tavsiye ederim. Fakat atladığın bir şey oldu. Şimdi sana soruyorum. Peki, sen bu anlattığın olumsuz tesire ne kadar kapıldın, sen de tercih etmeye mecbur bırakılanlardan mısın, yoksa bizim şu yoğurdu sarımsaklasak da mı saklasak saklamasak da mı saklasak’lardan mısın? Sen kimsin? Senin olayın ne, bana onu bir anlat?
— Ben tüm bunları alay olsun diye söylemedim efendim. Görmeyenlere göz olmak da boynumuzun borcudur. Çürümüş patatesleri çuvaldan birer ikişer ayıklamalı ki henüz zarar görmemişler araya kaynamasın. Patates çürüğü nasıl kokar bilirsin. Ölü bir farenin kokusuna bir de çürümüş balık ekle, ikiyle çarp, üçle topla ancak o kokuya ulaşırsın. Şimdi üç patates çürüdü diye çuvalı olduğu gibi çöpe atmanın manası yok. O halde ne yapacağız? Birer ikişer…
— Sen şu tez işine kafayı fena taktın. Yan etkileri peşin peşin çıkıyor. Ben sana şu garip şair Orhan’dan bir şiir okuyayım da dinle. Bak ne demiş şair.
Çadırımın üstüne yağmur yağıyor,
Saros körfezinden rüzgâr esiyordu,
Ve ben, bir roman kahramanı,
Ot yatağın içinde,
İkinci dünya harbinde
Başucumda zeytinyağı yakarak
Mevzuumu yaşamaya çalışıyordum
Bu şehirde başlayıp
Kim bilir nerde,
Kim bilir ne gün bitecek mevzuumu.
— İkinci dünya harbinden bu yana yetmiş yıl geçti. Şimdi zeytinyağı yakarak etrafı aydınlatmaya çalışanlardan, sabahlara kadar televizyonunu kapatmayanların çağına gelindi. 1945’lerde de mevzuları vardı insanların, şimdi de mevzuları var. O zaman da işte bu şiirde söylendiği gibi “nerede başlayacak, nerede bitecek” kaygısı vardı, şimdi de var. O zaman da savaş vardı, şimdi de var. Değişen ne var peki? Değiştirilen hayatlara, dönüştürülen düzene, hiç ölmeyecekmiş gibi “zevkle” çatlayana kadar “vur patlasın çal oynasınla” yaşayan insanlara bakınız. Roman kahramanları gibiyiz artık. Yarı gerçek, yarı kurgu… Televizyonun 1923 yılında, John Logie Baird tarafından İngiltere’nin Hastings kasabasında icat edilmesinden bu yana çok savaş gördük; iç savaşları, içimizin savaşlarını…
— Sana hayret ediyorum.
— Ben de öyle.
— Hoşçakal
— Sen de…
(Kitabın sonundan)
Mehmet Erikli