Her Şey Marka

 

Mahmut, evinin anahtarını vermek için neden ta çalıştığım ofise kadar geldi, anlamadım. Anahtarı kapının kilidine soktuğumda öylece gevelendi içinde. Birkaç defa içinde tur döndü, nihayetinde açıldı. Hafif bir ittirmeyle bile açılabilirdi. Kaldı ki hırsızlar böyle evlere uğramazdı.

Kapı gıcırdayarak açılınca içeriden bir ses duydum. Eşiği geçince sesin televizyondan geldiğini anladım. Benim de pek sevdiğim bir türkü çalınıyordu: “Hastane önünde incir ağacı… annem ağacı / Doktor bulamadı bana ilâcı… annem ilâcı”. Bu da hırsızları evden uzak tutmak için girişilen numaralardan biriydi.

Odada iki çekyat, Eylül’de olmamıza rağmen evden birisi ve ağırbaşlı bir insan gibi duvar dibinde duran bir soba, zigon bir sehpa üzerine konulmuş gri renkli televizyon ve duvara asılı, yaprakları Ağustos 20’yi gösteren takvimden başka bir şey yoktu. Türkü bitince televizyonu kapadım. Duvarda asılı duran takvime yanaştım. Ne vakit günü geçmiş, unutulmuş, kopartılmamış bir takvim yaprağı görsem koparmak için delice bir istek duyarım. Çocukken babamı kahvehane köşelerinden çağırmaya her gidişimde, evvela duvardaki takvim yapraklarına bakardım. Şimdi de Mahmut’un kaldığı bu bekâr evinde, kartonunda Kardeşler Unlu Mamülleri yazan takvimin önünde aynı isteği duyuyordum. İlk yaprağı koparınca tozlar havaya uçuştu.

 

Ağustos 20

Tarihte bugün:

Cebelitarık İspanyollar tarafından zaptedildi. (1462)

Leon Troçki Stalin’in ajanı tarafından öldürüldü. (1940)

Ayla Dikmen öldü. (1990)

Çocuğunuza isim: Erkek: Kalender Kız: Lamia

Günün yemeği: Kuru fasulye, pilav, cacık, Demirhindi şerbeti

 

Takvim yaprağında ayrıca aralarında Gazâlî’nin de bulunduğu bir kervanın şakiler tarafından soyulmasına dair bir de mesel vardı. 20 Ağustos’tan 9 Eylül’e kadar olan bütün yaprakları kopardım. Âdeta üçüncü kolum olan kitabımın arasına koydum.

Kendimi sobanın karşısındaki çekyata attım. Sobanın önü temizdi. Oysa ben önünde kül tozları, portakal kabukları ve maşa olsun beklerdim. Silindir biçimli bir sobaydı. Boruların duvardaki delikle birleştiği yerde uzunca bir kara leke vardı. Anlaşılan kışın bacadan içeriye sızan sular beraberinde bacada biriken isleri de getirmiş, odaya kadar girmişti. Delikten başlayıp duvarın dibine dek kıvrılan desenler çizmişti.

Güneş, perdenin aralık yerinden içeri sızmaya başlamıştı. Birazdan hepten terk edecekti odayı. Telefonumdan saate baktım, Mahmut’un gelmesine en az 1 saat vardı. Umarım Tarık ve Tuncay evvelden gelmezler. Karşılarına evlerine habersiz gelmiş bir sığıntı gibi çıkmak istemem. Mahmut, bugün beni arayıp çalıştığı konfeksiyondan bana üç gömlek getireceğini söylediğinde ‘’olur’’ dedim. Söylediğine göre ünlü bir markanın ürünleriydi. Hangi marka olduğunu ise söylememişti. Artık ‘’marka’’ adında büyülü bir ‘’marka’’ vardı ve diğer tüm özel isimli markaları kapsıyordu. ‘’Hep marka pantolonlar giyiyor’’, ‘’Marka ayakkabılardan başkasını giyemiyorum’’, ‘’Marka çantalar taşıyor sürekli yanında’’ laflarını sık sık duymanız mümkün orda-burda.

Telefonu cebime koyduğumda gözlerim odada öylece dolanıp, tekrar duvardaki uzun siyah lekelerin üzerinde takılı kaldı. Bu kez daha dikkatli bakıyordum. Soba deliğinin hemen altında kocaman, yuvarlak bir leke vardı. Lekenin altından biri sağa, ötekisi sola iki ince sızıntı vardı. Duvardaki boya çatlakları leke akıntılarının önüne bent olmuş, lekeler de kimi yerlerde kopmuş ve öylece akmıştı. Tek bir seferin afeti değildi bu, birkaç defa yağmur ya da kar suları içeri sızmış olmalıydı. Soba deliğinin altındaki kocaman lekeyi Picasso’nun Guernica’sındaki boğa başına benzettim ilkin. Onun hemen altında ip kadar ince akıp daha sonra ufak daire çizen bir leke vardı. Buda da ampul olarak göründü gözüme. Duvarın dibinde ise ince boyunlu bir kadın görür gibi oldum. Modigliani’nin fırçasından çıkmış gibiydi. Güneş, aralık perdeden son turuncu ışıklarını salarken duvar tabloya dönüşmüştü bile gözümde.

***

Telefonuma baktım. Tam 45 dakikadır uyuyormuşum. Oda iyice karanlığa bürünmüş. Mahmut’un gelmesi an meselesi. Telefonu cebime koyacakken öteki çekyatta birinin uzandığını fark ediyorum. Hafifçe doğruluyorum. Işığı çekyata tutuyorum. Tarık gelmiş. Gelmekle kalmamış, uyumuş da hemen. Beni uyur görünce ne düşündü acaba. Kafamı tekrar çekyata atıyorum. Umarım Mahmut geldiğinde Tarık’ı uyandırmadan evvel beni uyandırır da, o ‘’marka’’ gömlekleri alıp giderim.

 

Ümit Yiğit

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Zeynep K. , 02/10/2017

    Devamını bekliyoruz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir