Helezonlar

Kendimin farkına varmaya başladığımda, yani ıspanak yemek istemediğimde bunu söyleyebileceğimi ve kavga ederken ev sahibinin oğlu olan arkadaşıma (evden taşınmak zorunda kalacaksak bile) benim de yumruk atabileceğimi anladığımda bir şey daha fark etmiştim: bu katta olduğumu. Bir helezonun içindeydim. Hangi katta olduğumu bilmiyordum. Helezon aşağıya doğru genişliyor, yukarıya doğru daralıyordu. Aşağıya daha çok insan sığıyor ve baktığımda onları görebiliyordum. Yukarıda kimlerin olduğunu bilmiyor, dahası helezon daraldığı için onları görmüyordum da.

Bizi neye göre sınıflandırıp buraya getirdiklerini anlamam için daha yukarılara çıkmam gerekecekti. Yaşımız, ırkımız, ten rengimiz, tuttuğumuz takım ya da başka bir şey… Hiçbiri aynı katta olmamızın sebebi değildi çünkü herkes görünüşte birbirinden farklıydı. Fakat mutlu olduğumuzu biliyordum. İyi anlaşıyorduk. Anlaşmak bir yana, birbirimizi anlıyorduk. Herkes aynı katta bulunduğu diğer insanların tercihlerini anlıyor ve onaylıyordu. Kendimi ifade etmeye kalktığımda beni de onaylıyorlardı. Onaylanmak güzel şeydi. Benden yaşça küçükler de vardı, abim, babam dedem yaşında insanlar da… Aşağı bakışlarımızda kınamalar vardı. “Bunlar ne biçim insanlar?” diyorduk, “şu hallere bak…” Onlar bizi görmüyor, duymuyordu. Zaten görseler ya da duysalar anlamayacaklarını da biliyorduk. Anlaşılamayacağını bilmek de güzeldi. İnsana haz veriyordu.

Hiçbir katın sakinleri sabit değildi. Yukarı ve aşağı doğru gidenler gelenler bitmezdi. Garip olan kimsenin tanışma ihtiyacı hissetmemesi, her yeni gelenin yıllardır burada yaşıyormuşçasına herkesle anlaşabilmesiydi. Loş ışıklar altında tertip edilen partide gibiydik hani. Filmlerdeki gibi içeceğini alan selam bile vermeden muhabbete dalabiliyordu.

Her kattaki insanlar benzer davranışlar sergiliyordu. Aşağılar çok gürültülüyken, yukarıya çıktıkça sükûnet artıyordu. Aşağılar daha ışıklı, daha kirli, daha düzensizdi. Her şey plansız ve özensizdi. Gürültülü olduğunu söylemiş miydim? Çok gürültülüydü, evet. Bir de telaş. Ah, hiç bitmeyen telaş… Genelde zamanı çokça heba eder ama bir sıraya girdiklerinde çok aceleleri varmışçasına birbirlerinin yerini almaya çalışırlardı. Bunları fark etmek ve konuşmak kibirdendi, doğrudur. Buranın en büyük günahı da kibirdi zaten, en kolay tuzak, elma. Üst katlara gelince, daha sade, kararında beyaz ve sarı ışıklarla donatılmıştı. Yani, evet, anladığınız gibi, tüm bunlar tercihlerden oluşuyordu. Benzer davranışları gösterenler benzer tercihleri onaylıyordu. Bu yüzden mutluydular. İnsanlar bulundukları katlarda mutlu oldukları için katlar bir statü göstergesi değildi. Çoğunlukla kimsenin üst katlara çıkmak gibi bir gayesi yoktu.

Öyleyse bu mekanizmayı çalıştıran şey idrak olmalıydı. Anlayış seviyesi yakın olanlar, benzer tercihlerde bulunuyor, birbirlerini onaylıyor, anlıyor ve tüm bunlardan mutluluk duyuyorlardı. (Mesela hangi takımı tutarsa tutsun holiganlık yapanlar aynı katta yaşıyordu, trafikte magandalık yapanlarla birlikte…) Bu yüzden düşünmeye daha çok vakit ayıran, daha çok anlamaya gayret edenler yukarılara çıkıyordu. Zorunlu bir yer değiştirmeydi bu. Zorunlu ve doğal… Dahası kimseyi mutluluğundan da etmiyordu bu durum çünkü yeni bir kata geçmek tercihlerin zorunlu sonucuydu ve insanlar her katta anlayıp anlaşıldıkları için genellikle mutlu oluyordu. Tasarımı oluşturan işte buydu; idrak seviyesi. Böylece yukarılara çıkmanın sebebini çözmüştüm. Aşağılara inmenin sebebini anlamam için biraz daha zorunlu yer değiştirmeye maruz kalmam gerekiyordu.

Mutluluk dediğimiz şey sonuçtan ibaretti. Sistemi anlamaya çalışanlar, bu sonucu mutlak bir kazanım olarak görmüyor, haliyle istisnaları oluşturuyordu. -Bunlardan biri olduğum ya da öyle zannettiğim için.- Bu katta gördüklerimden dolayı heyecanlanıyor ve daha yukarılara çıkmak istiyordum. Ne yapsam yetersizlik hissinden kurtulamıyor, kendimden şikayetlerim bitmiyordu. Zihnimin üzerinde bir tül varmış gibi hissediyor, yeterince hızlı düşünemediğim hissine kapılıyor ve huzursuz oluyordum. En nihayetinde benim gibi kronik huzursuzları yine olduğum katlarda bulabildiğim için yani bir çerçeve içinde anlayıp anlaşılabildiğim için mutlu oluyor, sistemin ana işlevine dahil oluyordum. Muazzam bir yerdi burası, muazzam!

Katlar arasında hareket eden yalnızca insanlar değildi. Kitaplar, filmler, sanat eserleri dolayısıyla düşünce ve duygular her iki yönde gider gelirdi. Yalnızca hikmet, adeta bir şelale gibi tek yönlü hareket eder ama aşağı indikçe azalırdı. Çoğunlukla da aşağı katlara indikçe özünü kaybeder, sloganlardan ibaret kurumuş kabuklara dönüşürdü. Bunları alıp bulunduğu katta pazarlayanlar çok olurdu.

Sistem insanları yalnızca anlayışına göre sınıflandırsa da, biz küçük alt sınıflar icat etmenin yollarını bulmuştuk. “Şu rengi giyenler aptal olur, bakın biz bu rengi giyenler olarak…” Böylece üstünlük arzusunu tatmin ediyor, bunu yaparken de hikmet şelalesinden aldığımız fakat özünü kaybetmiş kuru kabukları ne kadar üstün olduğumuzu göstermek için pazarlıyorduk. Eh, biraz büyüklendiğimizin farkındaydık, hatta bunun yanlış olduğunun da farkındaydık. Bu yüzden tevil etmemiz gerekiyordu. İnsan hakikaten burada hiç mutsuz olmuyordu, her yanlışın muhakkak bir izahı vardı.

Yukarıya doğru zorunlu bir yer değiştirmeden sonra, bu ana kadar anladığımı sandığım her şeyin gerçekte ne kadar az olduğunu fark ettim. Sistemi anladım dediğim ne varsa küçüldü gözümde, değersizleşti. Çünkü tek bir helezon yoktu. Daha aşağılardayken etrafımızda gördüğümüz dumanın arkasında başka helezonlar varmış meğer. Bulunduğum helezonu üç yüz altmış derece çerçeveliyordu bunlar. Dahası ve ilk fark ettiğim anda beni dehşete düşüren ise; her birinde kendimi görebiliyordum. Yalnızca bir tane ‘ben’ yoktu yani. Her bir ‘ben’ diğer helezonların farklı bir katında bulunuyordu. Çevremde gördüğüm insanlar da aynı şekilde… Bir helezonun üzerinde dürüstlük yazıyordu, diğerinde cömertlik, öbüründe tevazu, bir başkasında mertlik… Böyle sonsuzmuşçasına uzayıp gidiyordu liste.

İdrak helezonunda yukarılarda olan biri tevazuda en aşağıda bulunabiliyordu. Cömertlikte en tepede olan biri ise dürüstlükte en aşağıda… Mükemmel insan yoktu yani. Tüm helezonlardaki insan yansımaları ince ağlarla birbirine bağlıydı. Başka bir yansımanın davranışı burayı da etkiliyordu. Haz veren bağımlılıklar, zulüm yapmak, yasak olana bakmak, yalan söylemek gibi davranışlar idraki köreltiyordu. Böylece aşağıya doğru inişlerin de sebebini anlamıştım.

Tüm bu helezonlar diyarında merkez burası mıydı bilmiyorum ama tüm ağların buluşma noktasının yansıma olmayan gerçek helezonda bir ortalamaya tekabül ettiğini anlamıştım. Bir helezonda olduğu bilgisi ise yalnızca idrak helezonundakilere aitti. Evet muhakkak öyle olmalıydı. Kendinin farkında olmak ve farkında olduğunun da farkında olmak. Ne muazzam bir yer burası, ne muazzam…

İbrahim Halil Aslan

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir