Devriye

-1.

Ben.

Bende olsaydım.

Bir adım bile atmazdım.

Ben olsam atmazdım da ben, bende değildim ki. Ben çıktım gittim “ben”ler sarayından bir ben seçtim. Ben kim olup da bir ben seçiyorum. Bir ben, beni seçti. Ben, sarayın kapısında bekleyendim her gün; hangi ben, beni alıp hangi yola sokacak; hangi yol, hangi menzile varacak ben bilmem ki. Sonra gün biter; ben, beni bırakıp “ben”ler sarayından içeri girerdi, yine kapı önünde beklerdim yeni bir beni. Yeni bir ben, “ben”ler sarayının önünden alacak, beni alıp götürecek. Yeni ben, bir sultan olup güne başlarken eski ben, bir köle olarak saraya girecek. Bir gün önce sultanlık yapan ben, bir gün sonra hizmetkâr olacak. Yeni sultanla yola devam edeceğim ama hiç arkama bakmayacağım. Bakmamalıydım. Bakmıyordum da zaten. Sonra birden çok zaman geçti bu benlik nöbetinde. Benlik sarayına teslim ettiğim eski benler, sarayın çoğunluğu oldu. Arada kapıyı zorlamaya başladılar. Her sabah yeni bir benle güne başlamam gerekirken eski benlerden birinin kapıyı zorlamasıyla “eski-yeni” tartışmaları başladı. Eski benlerden bir tanesi dışarı çıkmak istiyor, yeni ben itiraz ediyordu. Genellikle yeni ben, eski beni alt ederdi bu kavgalar sonunda ama sarayda tıklım tıkış bir eski ben yoğunluğu olmaya başlayınca işler iyice kızıştı. Arada bir söze karışıp tartışmayı çözmeye çalışıyordum ama nafile. Beni dinleyen kim?!

0.

Bir hırgür esnasında eski bir ben dışarı atıldı, enseme yapıştı. Gidiyoruz dedi. Nereye demeye kalmadan bir ateşin yanında buldum kendimi. Çocuktum, yanımdakiler de çocukluk arkadaşlarım. Bir ateş yakmışlardı ve yanınca kötü kokan ne varsa atıyorlardı ateşe, bir çamaşır suyu bidonunun erimesini seyrettim bir süre. Eriyip asfalta yapıştıktan sonra birkaç gün öncesinin gazetesini attılar, yazılar kömür oldu, insanlar kayboldu, Kenarda köşede kalmış birkaç dal parçasını attılar, köz oldu. Köz olunca evi zemine yakın olan arkadaşlardan biri patates getirdi. Köze attı. Bir kuş tüyünü yaktılar, bir oyuncak bebekten kopmuş, bedeninin nerede olduğunu bilmediğimiz kolu yaktılar, sararan yaprakları ve sonra yemyeşil yaprakları da yaktılar, atılanların bazıları alev aldı, yandı kül oldu; bazıları ezilip büzüldü, inceldi, bir noktaya dönüştü, köpürdü, köpürdü, buhar oldu. Patatesler pişti, sopayla döve döve ateşten uzaklaştırdık patatesleri, elimizle ikiye yardık, kabuklarını sıyırdık, tuz yoktu, pek tadı tuzu olmadı ama doyduk. Ne yaktıysak patatese tadı geçmişti. En sonunda ağzımızda kalan, yutkunsak da geçmeyen o tatla ve üstümüze, saç diplerimize kadar sinmiş is kokusuyla evimize döndük. Üzerimizdeki is kokusunu duymadı annelerimiz; giderlerden eve dolan kanalizasyon kokusunun yanında mis gibi gelmiş olabilir bizim kokumuz. Yokuş aşağı dikilen evlerin yokuş yukarı yapılan kanalizasyon sistemi, içerdekini dışarı değil dışarıdakini içeri veriyordu burada. İçerde bir şey yok zaten, ne varsa dışarıdan geliyor. Neden sonra giderlerden gelen kötü kokuya bir sabun kokusu karışıyor, sonra yemek kokuları karışıyor, çöp kokusu karışıyor, annem bütün giderlerin üzerine bir şeyler kapatıyor. Sonra ışığı kapatıyor. Sobanın ağzını kapatıyor. Üstümü battaniye ile kapatıyor. Üzerimdeki is kokularıyla uyuyorum. Yeni bir ateş yanana kadar uyuyacağım. Yeni bir ateş… Ya içerde ya dışarıda…

1.

Uyandığımda yine benlik sarayının önündeydim. Güneş doğdu doğacak. Eski bir benin hadsizliği ile gittiğim dünyadan geri geldim. Önümde yaşayacak çok yıl var; eskilerle uğraşamam, hem hepsinin götürdüğü yer de öyle ilginç olmuyor, her eski ben, beni ilginç bir anıya sürüklemiyor. Bundan sonrası yeni benlerle devam etmeli. Birazdan kapı açılmalı ve yeni bir benle yola devam etmeliyim. Garip bir şekilde saraydan homurtular yükseliyor. Bir itiş kakış oluyor hatta bazen yere birileri düşüyor, sanırım yer sarsılıyor. Kapının açılmasını beklerken içerden kapıya yüklenenlerin sesleri geliyor. Yeni bir benin taze, bembeyaz eli aralık kapıdan görünüyor, can havliyle çıkmaya ve beni alıp götürmeye geliyor. Fakat arkadaki eski benler buna müsaade etmiyor. Ben de dışarıdan destek oluyor ve kapıyı açmaya çalışıyorum. Buruşmuş bir el, yeni benin yakasına yapışıp atıyor kenara. Tırnakları sararmış, derisi buruşmuş bir el tarafından yakalanıyorum. Gözlerinin içindeki öfkeyi görüyorum ilkin. Hiçbir şey istediği gibi gitmiyor. Beni bazen önünde yürütüyor, bazen arkasında bazen sağında bazen solunda. Benimle ne yapacağını tam bilmiyormuş gibi. Yüzüne bakıyorum, ruhsuz, hissiz bakışlar ama içerde bir öfke ve karşılayamadığı düşünceleri var. Bazen öylece duruyor, uzun uzun bekliyoruz. Bomboş bir yolun ortasında, bazen oturuyoruz, aniden başını kaldırıp bir yerden bir ses duymuş gibi sesin geldiği noktayı arıyor, bir cevap bulmuş gibi, bir kedinin fareyi gördüğündeki açlığı ve avına odaklanmasıyla aynı durumda, bulsa üstüne atlayıp vücuduna derman olmasını bekleyecek bir cevap arıyor. Bulamayacağını anlayınca da yürümeye, yürümekten yorulunca oturup beklemeye devam ediyor. Bana anlatacak bir şeyi yok, bir boşluk, öylece anlamsız bir boşlukta yaşıyor bu ben. Beni de yanında sürüklüyor, Ne kadar sürdüğünü bilmiyorum, yol üstünde değişen hiçbir şey olmadığı için; her an, her gün, her iz, her yol aynı; “mükemmel aynılık” içinde ömrümüzü tüketiyoruz. Bacaklarındaki derman iyiden iyiye kesilince yolun ortasında bir köşeye uzanıyor. Bana bakmıyor artık. Uyuyor sadece. Beni neden getirdiğini dahi sormuyorum. Sorsam da aklındaki sorulara cevap bulamamış bu eski ben, benim soracağım soruya da bir cevap veremeyecektir. Bir boşluğun ortasında kendinde oluşan boşluğu yok etmeye çalışıyor, göğsünde bir delik açılıyor, delik büyüyor, genişliyor, yürüdüğü yolu, etraftaki izleri, kendi benini ve sürüklediği beni içine çekip kayboluyor(uz).

0.

Yorgunum. Eski benler, zihnimi ve bedenimi yoruyor. Gittiğim, bildiğim yollardan geçiriyorlar, aynı sebepler, aynı dikenler, aynı gülüşler, aynı hüzünler tekrar tekrar doluyor damarlarıma. Her seferinde beni benden alan tüm benleri durdurmaya çalışıyorum. Ama bu sefer ben de istemedim beni kapının önünden alan eski bir benin durmasını. O beni alınca tanıdık bir koku duydum üzerinde. Bu koku benim değil ve benin değil. Başka bir yerden gelmiş üstü/n/m/e bulaşmış. Uzun süredir ve bu uzun sürenin ne kadar sürdüğünü söyleyemeyeceğim kadar uzun süren bir huzursuzluktan o kokuyu duyunca kurtuldum. Damarlarımda bir tıkanıklık varmış da bu kokuyu duyunca açılmış gibi, elimde sıkı sıkı tuttuğum, elimde olmayan her şeyden kurtulmuşum gibi, her yanımı saran ağlardan ve beni mumyalayan tüm anlamsız çaputlardan sıyrılmış gibi, kaburgalarım yerine gelmiş, nefesim kontrol altında artık ve bir süre sonra aynı koku yüzünden nefesim kontrolüm altında değil. Beni buraya getiren ben kayboluyor, ben bir pervane olmuşum bir ışığın etrafında öylece dönüp duruyorum. Tamam, diyorum, buldum diyorum, oldu diyorum. Yaklaştıkça ışığın üzerindeki tozları fark ediyorum. Başım dönüyor, kanatlarım yok oluyor. Bir müzik dolanıyor kulaklarımda, yere düşmüş bir saç teli, gözümün önünde bir göz rengi, yerle yeksan birkaç söz ile birlikte yerlerde sürünüyorum. Ben, beni buluyor tekrar. Kaldırıyor yerden, kalkıyorum, o düşüyor bu sefer. Kaldırıyorum yerden beni. O kalkınca ben tekrar düşüyorum. Uzun bir süre, bu uzun sürenin ne kadar sürdüğünü söyleyemeyeceğim kadar uzun süre bir ben düşüyorum, bir ben düşüyor, bir ben düşüyorum, bir ben düşüyor, bir ben düşüyorum, bir ben düşü…

-1.

Düşe kalka beni tekrar benlik sarayının önüne getiriyor eski ben. İkimizde yara bere içindeyiz. Biraz nefesleniyoruz kapı önünde. Sözleşiyoruz. Bir daha çıkmayacak saraydan. Sen de çağırma beni diyor. Ben seni çağırmıyorum ki sen teklifsiz geliyorsun, diye sitem ediyorum. Ne yap ne et gelme, alt üst oluyorum, gerekirse içerde kendini zincire bağla ama gelme diyorum. Bu gelişlerin darbe gibi yirmi yıl geriye atıyor beni diyorum. Tamam diyor. İçerden hemen yeni bir ben atıyor önüme. Hadi git artık işine gücüne bak diyor. Yeni benliğime sarılıyorum hemen. Gözümü gönlümü bağlıyorum. Bir sükûnet çöküyor üzerime. Bu sükûnet bana iyi geliyor. Günün eski benini bu sükûnet ile uğurluyor, yeni günün yeni benini bu sükûnet ile karşılıyorum. Bazen sarayın önünden ayrılmıyorum, bir yere gidesim gelmiyor, öyle durgun bir sükûnet hali doluyor içime. Bazen de her yanını dolaşıyorum dünyanın bir heyecanla, hala gezmediğim yerlerde kalıyor aklım. Bazen yolun kenarında, bazen yolun ortasında oluyorum. Her yeni günde bana benden bir şeyler katılıyor. Yeni benler işlenip duruyor eskilerin üzerine. Uzun süredir saraydan sesler duymuyorum. Belli ki her şey yolunda. Gittikçe eskiyen ve bana söz verip içerden çıkmayacağını söyleyen beni unutmak üzereyim. Unutabilirim. Unuttum bile. Sanırım en baştan eski benlerin dışarı çıkmasına sebep de bu kendini içerde tutamayan ben idi. Homurdanmalar, kımıldanmalar yüzünden kapıyı zorladı tüm benler. Geldiler, aldılar götürdüler eskilerime. Şimdilerde sakinim, durgunum biraz ve koşacak halim yok. Gerçekten halim yok. Duyuyorum çünkü, saraydan zincirlerinin sesi geliyor, rahat durmayacaksın, yine bir sebeple kapıyı zorlayacaksın. Düşe kalka yolumuza bakacağız. Düşe kalka sarayımıza geri döneceğiz ve bu, uzun bir süre, bu uzun sürenin ne kadar sürdüğünü söyleyemeyeceğim kadar uzun süre böyle devam edecek.

Ömer Can Coşkun

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir