Restore Edilmiş Notlar I: Edebiyat, Gerçeklik ve Yeni

1.

“Edebiyat gerçekten daha gerçektir.” Oscar Wilde’ın bu önermesini doğrulayan öykü ve romanları okudukça edebiyatın ne işe yaradığı sorusuna anlamlı bir cevap bulabiliyorum. Edebiyat, en çok insanla gerçek arasına indirilen perdeleri ortadan kaldırdığı için bir iş görüyor demek ki. İnsanın kendini göremediği yerde gerçeği en temiz haliyle anlamayı mümkün kılıyor. Lacan’ın “Metinler aynamızdır” dediği gibi; anlamın önünde ne kadar çıkıntı, çöp, fazlalık, boşluk varsa, edebiyat hepsini ayıklayıp net bir görüntü sunuyor. Gerçek çok yönlü olsa da yapıyor bunu. İnsandan, dolayısıyla hayattan kopmadığı için her yönünü yakalıyor. Sürekli dil, biçim ve estetik arayışıyla değişime zorlaması da bu yüzden.

2.

Gerçekliği tam manasıyla yakalayan klasiklerin kalıcı olması, anlatının kodlarına uyan bir dil barındırmalarıyla alakalı. Edebiyatın kurallarına ya da kuramlarına dikkat etmelerinden değil yoksa. Çünkü yüzlerce edebiyat teorisi makalesini hırpalayarak okusak da, her gün kuram ve terminoloji eseri incelesek de nihayetinde seçtiğimiz kelimeler, kurduğumuz cümleler o eseri sanata dönüştürüyor. Dostoyevski’nin kuram kitaplarını okuduktan sonra masa başına geçtiğini düşünemeyiz elbette. Neticede kuram, kural ve teoriler birçok klasik eserin sonrasında formal bir gaye ile yazılıp çizilmiş şeyler. Sanatın tüm türleri için geçerlidir bu. Aslolan eserdir.

T. Eagleton da “Edebiyat Nasıl Okunur” kitabında dilin, gerçekliğin bir aracı değil, esası olduğunu söylüyor. Hatta gerçekliği tüm çıplaklığıyla sunabilen eserlerin büyü ile irtibatlı olabileceğini iddia ediyor. Nasıl? Eserde başından sonuna kadar başarılı biçimde kurulan dil, insanı gerçekten daha gerçek bir dünyanın içine alır. Hikâyedeki kişinin capcanlı bir insan olduğuna, olayın var olan bir problemimizi anlattığına, sıradanlığın yazılmasına rağmen detaylardaki ‘şeylere’ odaklanmaya ikna eder. Son nokta koyulana kadar bu şekilde sahicilik kazanır. İşte Eagleton burayı, tiyatro seyircisinin sahne sonunda el çırpmadığı sürece o eserin büyülü dünyasında tutsak kalacağını söyleyerek açıklıyor. Ve şöyle diyor: “Oyunun sihrini gösterebilmesi için büyünün bozulması gerekir.”

Edebiyatı ya da edebi eserleri işlevsel hâle getiren şey zaman ve mekân belirtemeyeceğimiz bu etki alanı. Zaman aşımına uğrasa bile hâlâ unutulmadan hatta daha da güçlenerek okunan romanlar edebiyatın işlevselliğini ve bir amacı olduğunu doğruluyor böylece. Yoksa edebiyatın bir işe yaramadığını söyleyebilirdik. Edebiyatın faydası okundukça mı vardır, diye bir soru sorulabilir burada. Cevabını bilmesem de bir amacı olduğu muhakkak.

3.

Üçüncü kez klasik vurgusu yapmayacağım. Elbette yüzlerce yıldır kabul görmüş eserleri önemsiyorum fakat güncel edebiyatı atlayıp sadece onların okunması konusunda çekimserim. Hemingway ile burada ayrı düşüyorum hatta. Faulkner’e yazdığı bir mektubunda şöyle diyor kendisi: “Yaşayan yazarlar hakkındaki hiçbir haltı okuma. Elinden gelenin en iyisini daima büyüklüklerini (çağrışım kabiliyetlerini) bildiğimiz ölmüş yazarlara karşı yapmalı ve teker teker hepsinin hakkından gelmelisin. Neden ilk dövüşünde Dostoyevski’yi istiyorsun? İkimizin de adamakıllı yaptığı gibi Turgenyev’i yen…” Kaybedeceğimi bilerek Hemingway ile hayali bir tartışmaya girmek istemiyorum ama yine de söylemek istediğim birkaç şey var.

Zamanının yenisi olduğu için birçok sanat eserinin geçerli ve kabul gördüğü doğru. Turgenyev, Maupassant, Stendhal, Dostoyevski, Faulkner ya da Hemingway’in eserleri kendi devirlerinin yenisi oldukları için değerli. Sadece yenilikten dolayı da değil tabii, farklı faktörler de var. Fakat her yeni, değer görmeli midir? Sonuçta bir edebi eserin iyi mi yoksa kötü mü olduğunu belirleyen onlarca unsur var. Hemingway “Turgenyev’i yen, Maupassant’ı hakla, Stendhal’ı haklamayı dene” derken bir bakıma yenilikçi ol, farklı şeyler dene demiş olmuyor mu? Üstelik bahsettiği isimler kendisinden çok da eski değil. O da haklamak istediği yazarlardan beslenmedi mi? Ortaya çıkardığı üslubu kendiliğinden mi ortaya çıktı? 1900’lü yılların en yeni biçimini bile ortaya koysa geçmiştekilerin sayısız kalıntısından oluşmuyor mu yazdıkları? Şimdi, ben kimim de Hemingway’e laf atıyorum? Laf değil, küçük bir görüş bu. Ölmüş yazarlardan beslenelim, günceli de kaçırmayalım diyorum sadece. Klasikleri okumadan önümüze bir yol çizemeyeceğimiz doğru ama. Bu noktada eski eserleri savunan kim varsa katılıyorum. Hepsini okumak zorunda olmadığımızı da biliyorum. Netice itibariyle okumak, zevk ve doyum meselesi. Herkes kendine göre seçim yapar.

N. Cihan Karakurt

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir