Bana ait şiirlerin okunmadığı, hikâyelerin anlatılmadığı, gazellerin söylenmediği ucu bucağı olmayan sokağa giriş yaptığımda aslında yok oluşun da bir var oluş olabileceğini düşünmeye başlamıştım. Bunu düşünmemenin herhangi bir sebebi yoktu ama insan, boşluğun sert zemininde adım atarken böyle şeyler düşünebiliyor. Bu süre zarfında mantık, kalp, ruh ve dahi birçok şey kendine bir köşe belirleyip öylece oturup olan biteni izliyor. Seyir zevkinin ne derece büyük olduğu muammasını kafa yormadan, izin almadan, soru sormadan öylece oturup izliyor.
Hayatlarımızı mahvedecek şeyler her zaman vardır. Bunu herkes yaşar. Belli bir zümrenin tekelinde olan bir şey değildir mahvolma hali ama bunu ortak bir duygu olarak görene de pek rastlanmaz.
Bana ait olmayan, eşyalarında izimin, aynasında kendimin olmadığı, portmantoda artık evimize gidelim diye ortalığı ayağa kaldıran çocukları andıran ceketlerimin olduğu eve girmek için cebimden anahtarları çıkardım. Kapıyı açacak olan anahtarı diğer işe yaramazlardan ayırıp yuvaya soktum. Bir mermi bir silahın yuvasına nasıl sokuluyorsa bende anahtarı aynen öyle soktum. Bir elimle kapının tokmağını tutup diğer elimle tetiğe bastım. “Tak!”
Eve girdiğimde sabah işlemiş olduğum cinayetlerin hepsinin yerli yerinde olduğunu gördüm. Pijama, terlik, yorgan, yarım kalmış kahve… Soğukkanlı bir şekilde tüm cesetleri ortadan kaldırdım ve ceketimi çıkarmadan koltuğa oturdum. Topladığım saçlarımı açtım, geriye attım, kenardan fırlamış olanları kulağımın arkasına sıkıştırdım, kabaran sakallarımı düzelttim.
Karşımda diğerlerine hiç mi hiç benzemeyen, farklılığın tahrik ettiğini avaz avaz bağıran duvara gözlerimi diktim ve bakmaya başladım. Kimse onun gibi değil. Yani diğer duvarlar gibi. Onlar düz, standart bir hayat yaşayan, sabah işe gidip akşam eve gelen, sofrayı kurmaya yardım eden ve sonrasında sofrayı toplamaya yardımcı olan, ajans izleyen, pijamalarını giyip yakın gözlüğünü takarak dergi, gazete okuyan duvarlar. Ama karşımdaki öyle değil. Parçalanmış kayalardan, eskinin kiremitlerinden oluşan, sıvaları simsiyah saçların arasından fütursuzca çıkan beyaz saçları andıran bir duvar. Duvar demeye pek dilim varmıyor ama duvar demezsem de ne diyeceğimi bilmiyorum.
Uzun süredir hayatım yolunda gitmiyor. Gitmesi için bir neden var mı bilmiyorum. Soruların hâkim olduğu bir hayatın içinde cevapların tutsaklığını varsayarsak ve adalet mekanizmasına sahip olan kişinin de ben olmadığını düşünürsek bunun bir geri dönüşü yok demektir. Nitekim de yok. Bu sebeplerden ötürü eve gitmeden önce işimden izin alıp 2 gün önce randevu aldığım psikiyatrın yanında soluğu aldım.
– Talat Bey hoş geldiniz.
– Hoş bulduk hocam.
– Geçin şöyle oturun. Ne içersiniz? Çay, kahve?
– Su alayım ben, dışarıdan olsun. Soğuk olunca hasta oluyorum.
– Kızım, bir su bir de çay getirir misin bize?
Hayal ettiğim ortamla, içine düştüğüm ortamın arasında dağlar kadar fark vardı. Çok güzel kokuyordu bir kere. Hoca diye hitap ettiğim kişi gayet bakımlı ve güler yüzlüydü. Bizim gibi hayatı yolunda gitmeyen insanların uğrak yeri olan bir adamın bu kadar sağlam kalabilmesi mucize olabilir miydi?
– Evet, nasılsınız? Anlatın sizi dinliyorum.
– Vallahi hocam sen sor ben anlatayım. Ben tavsiye üzerine geldim buraya. Ne konuşayım?
Gerçekten de tavsiye üzerine geldim. Geçenlerde bir kafeye çay içmeye gittiğimde karşılaştığım arkadaşım “Seni iyi görmüyorum Talat, böyle mala bağlamış gibi bir halin var. Bi doktura görük, kafa dokturu ama” dedi ve bu bozuk Türkçe’ye sahip arkadaşım beni o an “doktura” gitmeye ikna etti. Normal ve akıcı bir şekilde bana bunu söylemiş olsaydı “Ne diyorsun lan sen kerto” deyip sağlı sollu girişebilirdim ama söylediği sözler bana inanılmaz samimi geldi.
– Peki, kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
– Kendimi hissetmiyorum.
– Kendinizi nasıl hissetmiyorsunuz peki?
– Hissediyormuş gibi hissetmiyorum.
– Hissetmiyormuş gibi hissettiğiniz hislerinizden bahseder misiniz?
– Hissetmediğim hissettiklerimden bahsedecek hissettiğim şeyler yok.
Muhabbet daha en başından saçma sapan bir hal almıştı. Bu adam neden küçükken babamın beni dövüp dövmediğini sorarak başlamamıştı anlamış değildim.
– Peki, ben konuşmanızı bekleyeceğim. Bir saat vaktimiz var.
– Sigara içebiliyor muyum?
– Tabiî.
Bir saat boyunca birbirimize baktık. Ben en son Necla ile uzun süre böylesine susarak konuşmuştum. Sonra Necla seni anlamakta güçlük çekiyorum deyip gitmişti. Manav Hilmi’nin oğluyla nişanlanmış şimdi. Hilmi kekeme ve akıcı konuşan biri değil oysaki. Oysa biz hep birbirimize insanlar zekâlarını, duygularını konuştuklarından çok sustuklarıyla belli etmeli diyorduk ve çay içiyorduk. Demek ki öyle değilmiş. En azından onun için.
– Talat Bey, süremiz doldu. Bir sonraki seans haftaya bugün. Aynı saat sizin için uygun mu?
– Uygundur hocam. Yalnız bir ilaç filan yazsanız olmaz mı?
– Henüz değil, haftaya bakalım buna.
– Eyvallah.
Karşımda diğerlerine hiç mi hiç benzemeyen, farklılığın tahrik ettiğini avaz avaz bağıran duvara gözlerimi diktim ve “Felaket neydi?” diye sorup bir tütün sardım. Tütünüm bitesiye kadar aralıksız baktım ve bir cevap bekledim. Hiçbir şey olmadı. Yani bir cevap alamadım. Oysa benim bildiğim ama başkasından duymak istediğim “Felaket içinde bulunduğumuz koşulların adıydı”dan başka bir şey değildi.
Sinirlenmeye başlamıştım. Gözlerimi kitlediğim duvarın tek bir hareketi, yani ne bileyim bir çat sesi ya da sıvasından birazının yere dökülmesi beni rahatlatacaktı ama olmadı. Sinirlendim çünkü rotasız ve koordinatsız uçan tüm uçaklar bende batıyordu. Sentimental gülüşler yatırdığım şu yüzümde her savaşın mağlubu düşüncesizlik yatıyordu.
Sinirime yenildim ve hepsinden farklı olduğunu düşündüğüm duvara dünden kalan kahve fincanını olağan gücümle fırlattım. İçim biraz olsun rahatlamıştı. Sonra yerime oturdum. Sırtımı yasladım. Gözlerimi kapattım. Uyumuşum.
Büyük bir çığlıkla irkildim. Duvar konuşuyor zannettim ama konuşan daha doğrusu bağırarak konuşanın evin sahibi olan arkadaşım olduğunu gördüm. Bu evin hali ne diyerek başladığı bağrışı, defolla son bulmuştu. Az önce sinirlenip fincan fırlattığım duvar gibi ağzımı dahi açmadan çantamı alıp çıktım.
Bir hafta sonra randevu saatimi aksatmadan psikiyatrımın yanına gittim. Hâlâ aynıydı. Bakımlı, güler yüzlü…
– Talat Bey hoş geldiniz.
– Hoş bulduk hocam.
– Geçin şöyle oturun. Ne içersiniz? Çay, kahve?
– Kahve alayım.
– Kızım, bir kahve bir de su getirir misin bize?
Bu muhabbetin ardından hocanın “Evet Talat Bey, anlatın sizi dinliyorum” diyeceğini adım gibi biliyordum. Buna fırsat vermeden söze girdim.
– Anlatın hocam sizi dinliyorum.
– Konuşması gerekenin siz olduğunu düşünüyorum.
– Peki. Felaket neydi?
– Nasıl yani?
– Hocam, felaket neydi?
Derin bir sessizlik oldu. O güler yüzlü adam karşımda duvar gibi kesildi ve ağzını hiçbir şekilde açmadı. Bir süre bekledim. Önümde kahve fincanı vardı. Elime aldım. Bir yudum aldım. Hocaya baktım. “Felaket neydi biliyor musunuz hocam?” diye söze girdim. Hoca retinamı rahatsız edercesine gözlerime bakıp “Neydi?” diye sordu. “Bilmiyorum hocam, bilmiyorum” dedim. Fincanı tabağa koydum. Ayağa kalkıp selam verdim. Kapıdan çıktım. Sekretere ödememi yapıp, bana ait olmayan, bana ait şiirlerin okunmadığı, hikâyelerin anlatılmadığı, gazellerin söylenmediği sokağa hızlı bir giriş yaptım.
Süleyman Mete
5 Yorum