Sevgili kırk yaşım…
Henüz seni idrak edebilmiş değilim ama Allah nasip ederse yakın bir zamanda kendimi senin içinde bulacağım. İlginç bir tedirginlik içindeyim. Dile kolay, kırk yıl… Hafta, gün, saat ve dakika hesabına girersem uzun bir süre işin içinden çıkamam. Şimdi, seni beklemenin heyecanı ve gençliğimden uzaklaşmanın endişesiyle seninle biraz hasbihal etmek istiyorum.
Kırk deyince aklıma öncelikle Efendimiz (s.a.v.) geliyor. Efendimiz dedikçe içim ayrı bir sevinçle doluyor, bazen de gözlerim… Kırk yaşında kendisine peygamberlik gelmişti Hira’da… Hocam, insanlar, Efendimizin Mekke ve Medine dönemine yoğunlaşıyor ama bir de Hira dönemi var, derdi. Hira yani, Efendimizin insanları terk edip tek başına mağarada kalması, günlerce… Peki neydi Efendimizi buna iten? Bu sorunun cevabını tabiî ki bilmiyorum hem edebim beni en fazla bu sorunun kapısı önüne getirir ama kapıyı çalamam. Sadece beklerim, kapının O’nun tarafından açılmasını. Peki benim ferdî Hira’m… İşte asıl burada durmak istiyorum. Benim hiç Hira’m oldu mu? İnsanlardan yine insanlara kaçarak mı sığındım Allah’a? Ya da kendimden her sıkıldığımda suçu insanlara atıp yine insanların yazdığı kitaplarda mı buldum soluğu? Sorular, sorular… Bazen insanın sadece bir soru olduğunu düşünmüyor değilim? Kendi cevabına âşık bir soru… Ne trajedi ama! Burada bir aforizma patlatayım bari: İnsan kendine soru ve kendine cevaptır. Ama ne yazık ki soru ve cevabın ayrı yerlerde olduğunu sanır.
Kırk deyince aklıma ikinci olarak dervişler gelir. Bir ömür arkalarından bakıp kendilerine özendiğim, metinlerini okuduğum, kıssalarıyla büyüdüğüm dervişler. Âleme racon kesen, kâinatı kendi içlerinde bulan ve kesrette vahdeti yaşayan dervişler. Çünkü derviş demek kendini yalnız kılan demektir benim gözümde. Kendini yalnız kılıp hakikate eren de diyebilirim. Dervişlikte erbain diye bir uygulama var. Erbain, dervişin kırk gün boyunca şeyhinin uygun gördüğü küçük bir odaya kapanıp sürekli ibadet ve tefekkür etmesi demek. Çünkü Efendimizin şöyle dediği rivayet edilir: “Kırk gün kendini samimiyetle ibadete veren bir kimsenin kalp membaından fışkıran hikmetler dilinden dökülür.” Erbaine girerken niyet son derece önemli. Mesela derviş insanların kötülüklerinden ve sıkıntılarından kaçmak için erbaine girerse bu niyet gayet sakıncalı ve kibirli görülür. Derviş ancak insanların kendisinden emin olması, yani kimseye kötülüğü dokunmaması ve Allah rızası için erbaine girer. Niyet ne kadar da önemli. Olayı bambaşka bir boyuta taşıyor.
Erbain deyince aklıma Seriyyu’s-Sakâtî hazretleri de gelir. Kendisi, günlerden bir gün otuz yıldır arkadaşlık yaptığı birini aramakta ama bir türlü bulamamaktadır. Belki dağlarda bulurum ümidiyle dağa doğru yol alır. Nihayet arkadaşını dağdaki büyük bir kayanın üzerinde otururken bulur. Yanına yaklaşır sırtına dokununca arkadaşı şöyle der: “Beni bırak git ey Serî, çünkü Hak gayur yani kıskançtır; seni kendisinden başkasıyla dost olduğunu görürse O’nun gözünden düşersin.” Allah’ım, bu nasıl bir irfandır! Yalnızlığın hakikati bu olsa gerek. Gerçek varlık ve gölge varlık meselesinin açılması ve eşyanın perdesinin insanın gözünden kalkması.
Kırk deyince aklıma bir de Hazreti Âdem’in çamurunun kırk gün yoğrulduğu rivayeti geliyor. Hz. Âdem’in yaratıldığı çamur, kırk sene kendi hâline bırakılmış. Üzerine otuz dokuz sene hüzün yağmuru, bir sene de sevinç yağmuru yağmış ve bu sebeple insanın hüznü neşesinden daha çokmuş. Bu metaforları tek tek açmak ve yarıp içine girmek isterdim ama ne bunu yapacak irfanım ne de cesaretim var. Çünkü mesele ince ve yanlış anlaşılmam işten bile değil.
Kırk yaşının olgunluk yaşı olduğunu biliyorum bir de. Kişinin durulması, gençliğin heyecanlarının geçmesi ve kendini daha iyi değerlendirmesi sonucu aklıselim ile hayatına devam etmesi… Malum İsrailoğulları çölde kırık yıl boyunca dolanıp durdular ve bir türlü yollarını bulamadılar. İşte insan da kırk yıl boyunca kendi içinde dolanıp durur, hakikate hangi yoldan gidileceğine bir türlü karar veremez. Yolu seraplara düşer. Kendinden bıkar, hatta ölmek ister ama sabırla yola devam edip kaybolmaktan korkmazsa çile yani kırk yıl dolunca hakikat kendini açık eder. Burada kırk sayısının metafor olduğu son derece açık ama aynı zamanda bazı şeyleri anlamak için yılların gerektiği de son derece bariz.
Aklıma gelen bir diğer mesele ise Kırklar… Yani dünyayı idare eden dervişler topluluğu… Bu zatların ana özelliği yerlerinin bilinmemesi, yeryüzünde vakarla yürümeleri, huşuya ermiş olmaları ve en önemlisi de bilgilerini gayb âleminden almalarıdır. Sükûnete erdikleri için etraflarındakilere de huzur bahşederler. Hakiki manada Allah’a teslim oldukları için içlerindeki teşviş bitmiş ve vahdet deryasında gavvas olmuşlardır. “Rabbinin ordularını O’ndan başka kimse bilmez” ayetinin bir tecellisi olan Kırkların şahısları değil manevi halleri insanlardan saklanmıştır da denir. Ne diyordu bizim Yunus; Yediler’le Kırklar’la, / Ak sakallı pirlerle, / Yüzü balkır nurlarla, / Bize dervişler gelir.” Belki de bu şiirin tesiriyle kırklara karışmak isteği hep içimde olmuştur. Cahil cesareti işte! Kırk olmak aslında 39 yılı kendinden çıkarmaktır. Bir nevi soyunmak ve yeni bir başlangıç yapmaktır. Kendini bilmenin bir başka adıdır belki de. Çünkü insan hocamın deyişiyle kirlenmemekle değil arınmakla yükümlüdür ve kırk gün bu arınmanın bir simgesidir. Kırk gün kalbine hâkim olan aslında kırk gün öncesinin tüm günahlarından arınmak istemektedir.
Burada durup bir insan tanımı yapacak olsaydım içinde bulunduğum yaş bana şunu dedirtirdi: İnsan ölüme kurulu bir saattir ve geçen her saniye büyük buluşma için geri sayımdır. Evet evet ölüm büyük buluşma değildir de nedir? Ve kim Allah’ın karşısında çırılçıplak değildir ki! Maskesiz, âdeta kalbi elinde… Ve bütün günahları ve düşünceleri… Nasıl ki haydutlardan oluşan kırk haramiler çaldıkları altınları bir mağaraya saklıyorlarsa, insan da günah ve kötülüklerini mağarası yani kalbinde saklar. Arada oduncu Ali Baba yani vicdanımız gelir ve o mağaradan çıkarabildiği hazineleri alır yani iyilikleri… Kırk haramiler insanın gazap, arzu gibi özelliklerinden teşbihtir. Şunu da söylemeliyim insan kırk gün boyunca bir günahı işlerse artık o günahı bırakması çok güçleşir.
Seni beklemek inan çok zor kırk yaşım! Bir yandan sana gelmek istemiyorum. Çünkü gençliğin bitmesi demek seninle karşılaşmak ve de öleceğini daha bir anlamak. Bir yandan da merak ediyorum kırk olduğumda idrakimde bir aydınlanma olacak mı diye. Çünkü kırk yaş merhaba değil elveda demenin de yaşıdır. Bedenin zayıflamaya başlarken ruhani melekelerin ise güçlendiği bir sınırdan bahsediyorum. Hakikate yaklaşabilir miyim kırk olduğumda? İçimde korkunç bir tedirginlik, günlerimi zincire vurmak istiyorum. Kanımın içinde bir ızdırabın aktığını hissediyorum. Kırk olmak bedenini ölümün sınırına çarpmak gibi geliyor ve bir bilet alasım geliyor, tek yön…
Sevgili kırk yaşım, anladığın gibi tek derdim hikâyemi tamamlamak ve hikâyemi tamamlamak için başka hikâyelere konuk oluyorum. Ama misafir olduğum her hikâyede kendimi okumaya çalışıyorum. İnsanın kendini okuması ne de zormuş. Sayılı gün gelir geçer derler ve gelip geçiyor dedikleri gibi, hüzün yağmurlarıyla otuz dokuz yıl yıkanan bedenim ter yerine gözyaşı döküyor. Gözlerim bir noktada sabitlenmiş. Sadece bekliyorum. Sevgili kırk yaşım, yarım kalmışlığımı tamamlar mısın?
Sulhi Ceylan
7 Yorum