Devletin medar-ı iftiharı, tüm amirlerinin gözdesi, nezaketi ve naifliğiyle tüm dairenin göz bebeği Memur Fuat Sadıkoğlu, paydos edip evine gitmek üzere iş yerinden çıktığında, hava çoktan kararmıştı. Yıldızlar gökyüzüne yayılmış, titrek titrek parıldıyordu. Ilık rüzgârlar sokak aralarında birbirlerini kovalarken, arka taraftaki esnaf lokantasından çıkan kokular burnuna kadar geliyordu. Bir yandan kokuyla ve esintilerle mest olurken diğer yandan da köşe başlarını tutan çalgıcıların çaldıkları şarkılar neşesini artırıyordu. “Mesaiden sonra evinize sıcak ekmek götürün!” sloganlı fırına girerek iki ekmek aldı. Tekrar dışarıya çıkıp gökyüzüne bakınca, hemen eve gitmek istemedi. Havanın biraz daha tadını çıkarabilmek için Lelta ırmağının kenarına giderek buradaki banklardan birine oturdu.
Lelta ırmağı, güzel bir mesirelikti. Evde oturmaktan sıkılan yaşlı çiftler, konu komşuya görünmeye çıkmış kadınlar, ne için burada olduklarını gayet iyi bildiğiniz delikanlılar ve tabiî ki genç kızlar Lelta ırmağının en sık ziyaretçileriydi. İnsanların kimisi ırmak boyunca yürüyor, kimisi de eşiyle dostuyla banklara kurularak neşeli sohbetler ediyordu. Memur Fuat, fersizce yanan bir lambanın hemen altındaki banka oturarak etrafı seyre daldı. Kâh etrafı seyrediyor, kâh kendince kurguladığı düşlere dalıyordu. Sakince akan ırmak, onun üzerine yansıyan dolunay, dolunayın önünden geçen küçük bulutlar, onları sürükleyen rüzgâr, rüzgârın peşine taktığı yapraklar, yaprakların sürtündüğü arnavut kaldırımı, siyah bir kadın ayakkabısı: “Oturabilir miyim?”
Memur Fuat, hiç oralı olmadan sakince kenara kaydı ve kadına yer verdi. Kucağındaki ekmeklere iyice sarıldı. Uzak tarafta, çocuğu için yaptığı kâğıttan gemiyi ırmağa salan babayı görünce canı acıyarak gülümsedi. Kâğıt gemi ırmak boyunca salına salına ilerleyerek oturdukları banka doğru geliyor, gemi yaklaştıkça adam biraz daha kederleniyordu. Gemi ilerleyip gözden kaybolduğunda birden karşısında yanına oturan kadının, otuzlu yaşlarını devirmek üzere olan suratını buldu: “Ne güzel değil mi? Baba oğul birlikte oyun oynuyorlar. Beni hep mest eder bu sahneler. Baba, evlat, mutluluk… Ah bir kadın başka ne ister ki hayattan. Sevdiği iki varlığın mutluluğu, huzuru kendi huzuru demek aynı zamanda. Dünya için ne faydalıdır o kadın. Öyle değil mi?”
“Öyledir efendim” diye yanıtladı Memur Fuat Sadıkoğlu. Suratını kadından alıp çoktan ırmağa çevirmişti bile. Kadın saçlarını geriye doğru savurduktan sonra içli bir ah daha çekerek konuşmasına devam etti: “Denk gelmez mi hiç böyle bir huzur? Hep mi tongaya düşer insan. Doğru olanı bulmak bu kadar mı zor? Ne olacak talihsizliğimiz böyle? Talihsizliğim yani. Sizi neden araya kattıysam. Muhtemelen düzenli bir ilişkiniz ve hayatınız vardır.”
“Çok şükür efendim.”
“Ne güzel, ne güzel! Bu beyefendi ve asil duruştan anlamıştım zaten” dedi göz kırparak, “Şanslı kadınmış doğrusu. Bu zamanda zor sizin gibi beyefendiler bulmak.” Memur Fuat, kucağındaki ekmeklere iyice sarıldıktan sonra, hafiften kalkmak için bahane aramaya koyulmuştu bile.
“Estağfurullah efendim.”
“Kaç çocuğunuz var peki?”
“Maalesef yok.”
“Aa, neden? Düşünmediniz mi hiç? Sizden ne iyi bir baba olurdu.”
Memur Fuat, boğazının düğümlenmesini çözerek, “Ihım, şey, nasip olmadı efendim.” Kadın gözlerini kıstı, ayak ayak üstüne attı. Çantasından çıkardığı sigarayı sakince yakarak: “Allah bağışlasın o zaman” dedi.
“Nasıl yani, anlayamadım?”
“Allah bağışlasın; karınızı yani. Çünkü sizin gibi bir beyefendiyi mutlu edemediği için, bağışlanmaktan başka çaresi yok bence. Karınız talihli kadınmış ama talih sizin yanınıza uğramamış bile belli ki.”
Memur Fuat’ın aklına verebileceği bir cevap seçeneği gelmemişti. Kadınla konuşmaya başladıklarından beri ırmaktan ayırmadığı bakışları, biraz da nemlenerek ayakuçlarına dönmüştü. Sonra başını hafifçe, kadının olduğu tarafa çevirerek, “Talih, sandığınız kadar iyi bir şey değildir efendim” dedi. “Çünkü ölene kadar bizim için neyin iyi, neyin kötü olduğunu öğrenemeyeceğiz.” Uzun bir müddet hiçbir şey konuşmadan oturdular. Memur Fuat o kadar derin düşüncelere dalmıştı ki, kucağında tuttuğu ekmek torbası yere düşünce kendine gelebildi. Ekmek torbasını kucağına alelacele tekrar alır almaz telefonu çaldı:
“Efendim aşkım? Çıktım sultanım? Irmak kenarındayım, neden sordun hayatım? Biraz hava almak istedim karıcığım. Ne demek istiyorsun? Sen beni mi sorguluyorsun? Kapat telefonu kapat, geleceğim!”
Memur Fuat Sadıkoğlu, ekmek torbasını orada bırakarak evine doğru yol aldı. Karısının söyledikleri canını çok yakmıştı. Bankın üzerinde kalan ekmeklerse, bir saat sonra bastıran yoğun yağmurun ardından yumuşayarak, kargalar için leziz bir akşam yemeği haline geldi.
Edebifikir