– Yaz geliyor, vişneler olgunlaştı mı? Köye gidiyor musunuz?
– Gidiyoruz elbet, çocuklardaki heyecanı görmelisin salıncak yapacağız dallara diye. Bu sene yetişebilecek misin?
– Bilmiyorum anne, kapatmalıyım şimdi.
İstanbul’un en kalabalık caddelerinden birinde yürüyor. Konuşurken fark etmediği kalabalık tüm sabır emiciliğiyle etrafını kaplıyor telefonu kapatınca. Annesi kilometrelerce öteden tuttuğu elini birden bırakıyor sanki. Duraksamıyor. Daha tenha bir yer bulmalı bir an önce. Dış duvarları boydan boya reklam panosuyla kaplı bir binadan içeri giriyor. Güneş gözlüğü pazarlamanın tam mevsimi… Çayı “dünyanın farklı bölgelerinden getiriyoruz” “kısık ateşte demliyoruz” “porselen demlikte servis ediyoruz” diye pazarladıkları bir mekâna oturuyor farkında olmadan. Mecburen şarklı bir demlik çay söyleyip beklemeye başlıyor. Annesinin sesi de kulaklarında bekliyor ama erteliyor dinlemeyi bir kez daha. Tam masanın karşısındaki duvar dikkatini çekiyor bir anda. Aklından “Bana çarpıp durabileceğim duvarlar inşâ et” cümlesi geçiyor.
Duvar, farklı renklere boyanmış raflarla kaplı. Kırmızı, sarı, yeşil, pembe, mor… Her raf kendi içinde özenle tasnif edilmiş. Kalın ciltli kitaplar kırmızı rafa, eskimiş romanlar sarı. Yeşil rafta birkaç eski tarihli dergi, pembe rafta içleri farklı kokularla dolu şişeler. Nesne, renk ve tasnif… İçinin taklidi gibi duvarda. İçini de raflar gibi ayrı ayrı tasniflediği zannına kapılıyor arada bir. Doğu ve batı, taşra ve kent, hasret ve vuslat birbirine karışmadan duruyor içinde. Duruyor mu?
Vişneler kızarıyor demek. Bu sene de yetişemeyecek, belki bundan sonra hiç… Vişne, çocukluğudur. Ayağı toprağa değmişse, ilk bir vişne bahçesinde değmiştir. İlk salıncağı bir vişne ağacının dalına kurulmuştur. İlk düşüşü bir vişne dalındandır. İlk bez bebeğinin iplik saçları vişne renginden. Vişne ona dedesinin mirasıdır. Dedesi ne kadar Anadoluysa, vişne de o kadar Anadoludur. Binanın dış yüzüne reklam afişlerini asan sistem, onun çocukluğuna dokunmadan geçtiyse vişne bahçeleri sayesindedir. Taşralı olmakla hep övündüyse o bahçelerde oturduğu sofralar sayesinde. Şimdi başka çocuklara salıncaklar kuracaklar demek. Toprağı yalnız parklardaki kum havuzlarında gören taşranın kentli çocuklarına. “Bir taşra kentini öldürmeye bir AVM yeter” diye geçiyor şimdi de aklından. En büyük meziyeti yürüyen merdivenlerde beklememek olan çocuklar mı tırmanacaklar dedesinin vişne dallarına? Çocuklar kendi çocukluğunun dallarını kırar diye korkuyor. Kentliliğinden nefret ediyor çocukların.
Birden kendini porselen demlikten fincana çay doldururken yakalıyor. Bir televizyon kanalında işe başlıyor yarın. Hem kanala hem havaalanına yakın bir stüdyo daire arıyor kiralamak için. Duvarın hangi yüzüne baktığının bir önemi kalmıyor bunları hatırlayınca. Kimden nefret ettiğinin bir önemi kalmıyor. Ayrı ayrı tasniflediği her şey birbirine karışıyor. Hayatı boyunca tek bir vişne bile yiyemediğini hatırlıyor sonra. Biliyor ki Allah kulunu küçücük bir çekirdek tanesiyle bir ömür imtihan edebilir. İnsan bir ömür çocukluğuyla ters yöne gidebilir.
“Bana çarpıp durabileceğim duvarlar inşâ et. Önünü alamıyorum bu gidişin”
Elif Bayır
2 Yorum