“Ellerimi açıp huzurunda olduğumu düşünürken bakıyorum ki huzurundan çok uzaktayım. İsmini andığımda titremesini beklediğim ruhumun ve kalbimin umarsızlığından bıkmışım, dilim bu bıkkınlığı tenkit yerine takdir edecek kadar hain. İnadına susuyor. Bir çözüm arıyor aklım. Koşuyor, yollar içinde yollar buluyor. Yol çoksa seçim kolay oluyor da iki yol arasında seçim zorlaşıyor. Ki aklım genelde şaşıyor. Yok, aklım hep şaşıyor. Yanlış yolu seçiyor. Seçtiğim tüm yollar bir anda kayıyor altımdan, yok oluyor. Tek bir yol kalıyor, gözlerimi kısarak bakıyorum. Yol uzakta değil ben uzaktayım. Koşsam. Nefesim yetmiyor. Bazı deniyorum koşmayı. Elim göğsüme gidiyor. Aldığım nefesler arasında atan bir kalp bulamıyorum. Kalbin olmadığı göğüs kafesinde ciğerlerim bu yüreksizliği sorgulamadan derin derin nefes alıyor.
“Olsun, olmalı, oluyor, olacak” eylemlerinin ortasında her güne yeni bir “ol” sözü ekleyerek ömrümün büyük bir bölümünü harcamışım. Nereden biliyorsun ömrünün büyük bölümünü harcadığını diye pis kokulu bir düşünce beliriyor zihnimde. Attığım her adımda arkamdaki basamak yok oluyor. Önündeki basamağın ortaya çıkacağı meçhul. Beden alışmış ileri adım atmaya, bir bacağımın biraz daha “merdiven sefası” sürmek uğruna havaya kalktığını gördüğümde anlıyorum ki ömrümün büyük bölümünü harcamışım ve daha yaşamadığım ömürden borç almaya çalışıyorum. Her adımda güne, saate, dakikaya, saniyeye uygun “ol” sözüyle kurduğum arzu bildiren cümlelerim devam ediyor. İnsandaki arzu ölmedikçe saçlardaki beyazlar mevsimler gibi geçici görünüyor. Arzularıma ulaşmak için savurduğum nefeslerim dünyanın tozunu toprağını kaldırıyor. Genzime karışıyor dünyanın tüm tozu toprağı. Öksürtmüyor. Yok, onca musibete, müşahitliğe, merhamete rağmen ders almıyorum. Alışmışım. Ve bu ders almayı beceremeyen ruhumun daha başta kaybettiğini düşünüyorum. “Ol” sözü senindir, ben benim zannediyor, kapıyı çalmak yerine anahtar deliğini zorluyorum.
Şu an bile ne yaptığımı bilmediğim o kadar belli ki. Bir cesaret var içimde nereden geldiğini bilmediğim. Yine güçsüz, yine, tükenmiş, yine yenilmiş, yine, ne yana devrildiğini bilmeden çatırdayan ruhumun dayanılmaz sesine, çiğ etlerden yalıtım yapmışım. Yaptığım yalıtımın beceriksiz ustasıyım. İçerim ısınmıyor. Dışardaki ateşe dayanıksızım. Sağımdan akan suyla solumdan yükselen ateşin ortasında, çatlama noktasındayım.
Etrafımda kimsenin olmadığını görüyorum çoğu zaman. İnsan böyle zamanlarda sırtında bir sıcaklık arıyor. Ama bu aradığı dünyalık bir elin ısı aldatmacası değil. Nasıl söylenir ki, bilemiyorum. Bazı bir rüzgârın hafif hafif dokunuşundan nasip oluyor katresi bu sıcaklığın. Bu acizliğime zerresi dahi yetiyor. Günlerce yetiyor. O zerre tüm yapımı değiştiriyor. Boğazıma dünyanın tüm pisliği takılıyor. Boğazım düğümlenmiyor, boğazımı düğümlüyorum. Biliyorum ki bir dökülürsem utanacağım, yerin dibine geçeceğim. Bir dökülürsem bir gözüm kirli su, bir gözüm irin bırakacak. Öylece hareketsiz, çaresiz kalıyorum. Uyumak istiyorum. Uzun uzun uyumak. Sonra uzun uykunun uzunluğundan korkuyorum. Çünkü ne yatağım ne yastığım ne yorganım hazır. Açıyorum gözlerimi hâlbuki açıklar. Bir saattin tik takları beynime beynime vuruyor. Duruyor sandığım vakitlerde bakıyorum ki zaman bizi alaşağı etmiş, dövmüş, tokatlamış ve dahi öyle temiz dövmüş ki karşılık verecek gücümüz kalmamış. Ben hâlâ savaşacak gücümün olduğundan emin, akrebin içime akıttığı zehrine, kalan dakikalarımda panzehir arıyorum.
Tüm bu düşüncelerim sonunda anladım ki, aslında anlayamadım. Anlamak da senin ilhamındır. Sözüme başlarken de sözümü bitirirken de hâlâ benlik duygusundan uzak kalamamışım. Yani senin yoluna yakınlaşamamışım. Gözlerim hâlâ kısık, hâlâ boğazımı düğümlüyorum. Ve hâlâ zehir zamanın akışından daha hızlı kanıma karışıyor. İçimle ve dışımla kirliyim.
“Ol” dersen…”
Sözünü tamamlayamadı. Kaldırdığı elleri iki yana düştü. Başını kaldıramadı yerden. Secdeye kapandı. Uzun müddet öylece durdu. Bir şey oldu sanıp yanına koşanlar oldu. Secdeden kaldıramadılar. Sonra ağır ağır doğruldu. Onca sözü söyleyen o değilmiş gibi çıktı camiden. Cemaatten bazıları şaşkın şaşkın baktı. Bazısı hiç oralı olmadı. Birkaçı “Ne deliler var dünyada” diyerek gülüp geçti. Deli dedikleri adamı bir daha camide gören olmadı.
Ömer Can Coşkun
3 Yorum