Bizler, Edebifikir ailesinin yüksek çoğunluğu olarak ‘Y kuşağı’ tabir edilen neslin son üyeleriyiz. Bizden evvelki kuşak, yani ‘X kuşağı’ fikir dünyalarını oluşturan siyasî kanaatlerini nispeten daha kaygan bir zeminde oluşturmak zorunda kaldılar. En basitinden, Y kuşağının ucundan kıyısından hatırladığı, çoğulcu demokrasilerin olmazsa olmazı koalisyon hükümetlerini, askeri vesayeti, ihtilalleri ve toplumsal kırılmaları yakinen görmüş olmaları bile, X kuşağının politik kanaatlerinin ne denli zor bir ortamda geliştiğini gösterebilir.
X ve Y kuşağını takiben tanımlanan ‘Z kuşağının’ ise herhangi bir politik tavrının olmadığı kanaatindeyim. Dolayısıyla, işbu Z kuşağının herhangi bir fikir dünyasının da olmadığını düşünmekteyim. Zira küreselleşme, kapitalizm ve teknolojik devrim ile haz ve hız toplumunun makasında kalmış bir kuşaktan bahsediyoruz.
Hususen, Mehmet Raşit Küçükkürtül’ün Z kuşağına tepki olarak dünyaya geldiğini düşünüyorum.
Politik öngörülerini ve komplo teorilerini bir kenara bırakalım. Sayın Küçükkürtül’ün DNA’ları kendisine muasır olan her imgeleme ters bir sarmal geliştirmek üzere tasarlanmış. İhtimal ki Küçükkürtül, bundan birkaç asır önce yaşamış olsaydı feodaliteye, biraz daha sonra doğmuş olsaydı burjuvaziye karşı keskin bir tavır takınacaktı. Bu sözlerimden kendisinin siyasi ve fikri eğilimleri hakkında menfî ya da müspet bir sonuca vardığım anlaşılmasın. Sadece muhalif bir zihnin, bahusus, her devrin muhalifi bir zihnin fiziki haritasını çizmeye çalışıyorum.
***
12 Eylül öncesi dönemde, toplumun siyasi ve fikri eğilimlerini belirleyen bazı mihenk taşları vardı. En kaba hatlarıyla ‘sağcı’ tavsif edilen taraf Necip Fazıl okur, ‘solcu’ tavsif edilen taraf Nazım Hikmet veya Kemal Tahir okurdu. Daha sonraları 80 neslinin sınırlarındaki geçişkenliklerin kolaylaşmasını sağlayan özellikle iki isimden söz edilmeye başlandı. Biri, sağı ve solu birer ifrit olarak tanımlayan büyük bir mütefekkir: Cemil Meriç. Diğeri, ki bu benim de kanaatimdir, cumhuriyet döneminin zirve şairi İsmet Özel.
Şimdi, yukarıda serdettiğim bilgilerden sonra nereye geleceğim?
Geleceğim yer şurası ki; benim, Mehmet Raşit Küçükkürtül’e yönelteceğim her eleştiri esasında İsmet Özel’e yöneltilmiş bir eleştiri olmak zorundadır. Çünkü ben, Türk şiirinin ivmesini değiştirmiş, son 40 yılın fikir dünyasında önemli bir yer edinmiş, muhtelif alanlarda koca bir külliyat kaleme almış, Heiddeger’i asıl dilinden okuyabilmek için Almanya’ya gidecek kadar gayretli bir dehaya savaş açacak kadar kafayı peynir ekmekle yemiş bulunuyorum. Hâlbuki Bohemyalılara -ben olsam bize Harâbat Ehli derdim- ve haddizatında bendenize de malum olunmuştur ki: ”Hiç kimse tamamen eleştirilemeyeceği gibi tamamen savunulamaz da!” Ola ki bunlar yukarıda sıraladığımız isimlerden herhangi biri ya da İsmet Özel olsun… Lâkin sayın Küçükkürtül, edebiyat magazin tarihinde doktora seviyesine ulaşan bilgi-birikimiyle Tanpınar’ları, Kafka’ları, Bergson’ları ve dahi cihanşümul feylesofları kılıçtan geçirir de artık ne hikmetse İsmet Özel’e tek bir kelam etmez. Özellikle bu hususta sayın Küçükkürtül’ü hakkaniyete çağırıyorum
***
Üç tarafınızın denizlerle, dört tarafınızın ecnebilerle çevrili olduğu Müslüman bir ülkede pasif direnişi tanımlayamazsınız. Muhakkak hareket etmek zorunda olduğunuz vehmine kapılırsınız. Hele okuduğunuz şiirler kanınızda olanca hızıyla deveran etmeye başlamışsa, daha otuz yaşınıza gelmeden kendinizi yetmişlik ihtiyarlar gibi hissetmeye başlamışsanız ‘mükemmel bir fikrin’ mükemmel bir savunucusu olmanız gayet tabiîdir.
Şahsen Küçükkürtül’ün İsmet Özel’i dokunulmaz haline getirmesinin altında güvenlik hissinin yattığını düşünüyorum. Bu hususta tafsilat vermek Harâbat ehli meşâyihinden Sulhi Ceylan’a düştüğünden, sükût etmeyi daha münasip buluyorum.
***
Osmanlı’nın tasfiyesini takiben bu topraklarda muktedir olma gayretinde olan zihniyetler bellidir. Ya Sosyalist ya Ulusalcı ya İslamcı ya da Kürtçü olmak durumundasınızdır. Biraz tarihi doktrinlere, biraz da mâlûmatfuruş edebiyatına meyliniz varsa, düşünüp üç beş sayfa kitap okumuşsanız, işbu sistemlerin zaaflarını ve sonunda işlevlerini yitireceklerini anlarsınız. Adamın biri çıkıp tüm bu düşüncelerin gerçek olmadığını, gerçeküstü bir üslupla kulağınıza fısıldarsa -ki haklıdır- dünyayı kurtarmaya olan inancınız artmaya başlar. Vay be, adam doğru söylüyor, herkes eğildi bu adam dimdik kalabildi demeye başlarsınız. Nihayet o adamı seversiniz. Lâkin bu sevginiz, zamanının deli fışkın ülkücülerinin Abdullah Çatlı’yı, sol tendans, militan ruhlu civanperlerin Deniz Gezmiş’i, islamcı gençlerin merhum Erbakan’ı sevmesi gibi eninde sonunda öngörülemez bir tutarsızlığa dönüşür.
Çünkü böylesine şiddetli bir sevgide muhakkak körlük ve sağırlık vardır.
Bakınız, İsmet Özel, Deniz Gezmiş, Salih Mirzabeyoğlu, Fethi Gemuhluoğlu gibi tok sesli aktivistlerin ya da keskin kalemlerin yanında ekseriyetle gençler olmuştur. Gençler kendileriyle hesaplaşmak, kalpleriyle cebelleşmek, olmayan mazilerinin muhasebesini yapmak zaruretini hissetmezler. Onlar için zorlu hedefler, radikal kararlar ve mutlak doğrular vardır.
Peki, böylesine ‘mutlak doğrular’ yanlarında tek bir hatayı bile getirmez mi?
Getirmez, zira sözde devrimci arkadaşlara göre asıl hata sessiz kalmaktır, öyle değil mi? Çünkü Dünya, o melanet dünya, davudî sesli şairler tarafından muhakkak kurtulmalıdır…
Keşke Mehmet Raşit Küçükkürtül de Harâbat ehli gibi kendi kimliğini kendi hataları ve zaafları üzerine kuracak kadar temkinsiz hareket edebilseydi…
Belki o vakit çok istediği ama bir türlü yazamadığı büyük Türk şiirini yazabilirdi.
***
Şimdi efendim, sadede gelelim, bu devrim ayaklarını, sözde devrimci arkadaşların takındığı dik duruş pozlarını falan bir kenara bırakalım. Bakınız sayın Küçükkürtül en son yazısının girizgah bölümünde şahsım hakkında neler yazmış: ”…kendisine; hitler ve atsız’ı ismet özel ile aynı “gönderme”nin parantezine almasına üzüldüğümü söyledim. o ise “haa, oysa mesele değil” kabilinden bir izahatta bulundu. işte bu bana büyük bir ithamdır. ne alâkası var? böyle yapmakla bahadır, bana kötü bir istiklâl marşı derneği üyesi olduğumu söylemiş oldu. beni üsküdar’da laf tokuşturan alelade bir “ismet özelci” olmakla suçladı.”
Hayır, bilakis Mehmet Raşit Küçükkürtül’ü fevkalade bir İsmet Özel’ci olmakla suçluyorum.
İsmet Özel’i sevmek ya da İsmet Özel’in düşüncelerini hayatına tatbik etmek anlaşılır bir durumdur. Çünkü Özel, esasında yeni bir şey söylememekle beraber, söylediklerini yeni bir şekilde, tabir-i diğerle mükemmel bir üslupla söylemektedir. Velhasıl, şiire ilgi duyan gençler için İsmet Özel etkisi altında kalmak anlaşılır bir durumdur.
Fakat İsmet Özel’i her manada savunmak ve düşüncelerini tartışılmaz görmek bir insana dert olarak yeter.
***
Hitler ve Atsız bahsine gelirsek… Sayın Küçükkürtül’ün Hitler ve İsmet Özel’i aynı ”göndermenin” parantezi altına almış olmama hakikaten üzülmesi gerektiğini düşünüyorum. Nitekim İsmet Özel, şimdilerde ismini zikretmekten utanç duyduğum bir gazeteye verdiği röportaj vesilesiyle Nuriye Akman’a aynen şunları söylemiştir: ”Amerikan sosyologlarının haberdar olduğum araştırmalarına göre, politikacılar bu mesleği, daha ziyade anne şefkati için seçerlermiş. Yakın ilgi bulamadıkları için bunu kitle ilgisi ile telafi etmeye çalışırlarmış. Bu belki isabetli bir yorum olabilir. Mesela Hitler‘in Führer olmadan önceki hayatı çok karışık. Çok özel sebeplerden dolayı, o siyasi yaklaşımı benimsemiş olabilir. Çünkü J. P. Taylor diye bir İngiliz tarihçisinin söylediğine göre Hitler, en samimi beyanlarını kitleler karşısında yaparmış. Yani Hitler’le konuşmak, onun gerçek görüşünü öğrenmek için yeterli değilmiş.”
Ne diyelim, belki de İsmet Özel’in şiirlerini okumak, onun gerçek görüşünü öğrenmek için yeterli değildir.
***
Sayın Küçükkürtül, girizgâh bölümünü takiben ikinci paragrafın başına aynen şu cümleleri yazmıştır: ”bahadır, beni ve feyyaz’ı “sözde devrimci” diye tavsif etmiş. doğru değil. feyyaz’la beni başıbozuk olarak suçlayabilir. devlet memurlarının serpuşu, başındaki belli iken sivil halkınki bozuktur. devletin maaşlı askerinin başındaki serpuş belliyken, biz halktan gelenlerin başındaki bozuk, düzensizdir.”
Böyle Alicengiz oyunu olmaz! Al takke ver külah, biri çanak tutar diğeri kan kusturur. Yemezler! Anadolu çocuğu böyle ketenpereye gelmez!
Sulhi Ceylan da, Celal Kuru da, ben de işçi sınıfında emek arz etmekle beraber hayatımızda bir kez olsun Kamu Personeli Seçme Sınavı’na girmeye tenezzül etmedik. Yıllar boyu muhtelif işlerde çalışıp kendi yağımızda kavrulduk durduk. Ben bir kitapçıda kasiyer, Celal Kuru bir fabrikada emekçi, Sulhi Ceylan ise özel bir kurumda editör olarak çalışmaktadır. Artık ne hikmetse, devletin ve dolayısıyla kamusal istihdam alanlarının meşruiyetini sorgulayan ‘Başıbozuklar Çetesinin’ ele başlarından Feyyaz Kandemir, bir devlet dairesinden aldığı yüklü maaşla cephe aldığı devlet kurumlarının kanını emmekte, bir yandan yongalarını düzüp diğer yandan dümenden devrim ayaklarına yatarak gününü gün etmektedir. Yine çete üyelerinden Mehmet Raşit Küçükkürtül, defaatle KPSS’ye girmiş olup devlete kapağı atmanın yollarını aramaktadır.
***
Ve nihayet insan bahsi… Konunun ehemmiyetine binaen okurlarımızın affına sığınarak sayın Küçükkürtül’ün hakkımda serdettiği uzunca bir paragrafı iktibas etmek zorundayım:
“şu kadar yaktığım kelimenin esbâb-ı mucibesi budur. aynı sebepten ötürü bahadır’ı, yazısındaki mücerret ve muğlak insan fikrini gözden geçirmeye çağırıyorum. neymiş bu “mücerret ve muğlak insan fikri”? acaba “sadece insan olabilmek” derken neyi kast etmektedir dadak şairimiz? beşerî münasebetlerden tecrit edilmiş, dünyanın her bir köşesinde aynı olan bir insandan söz etmek mümkün mü? eğer hümanist bir evrimciyseniz neden olmasın! hâlbuki insan demek “human” demek değildir. beşer demeye gelir ki beşer olmakla insan olmak arasındaki farkı mevzubahs etmeğe gerek yoktur sanırım. insan eşref-i mahlukâttır ama insan olmaklığıyla en şerefli mertebesine çıkmaktadır. bahadır da bilir ki kafirler, küfürleri sebebiyle, aklen düşük sayılırlar. hak teâlâ’ya ve resul-i kibriya’ya imân etmeyen bir kimse her bakımdan, imân edenlerden düşüktür.
ne hikmetse dadak şairimiz bunlardan habersiz gibi davranmaktadır. belki de “sadece insan olabilmek”ten söz açabilen şairimiz, “inanıyorsanız üstünsünüz” hakikatini “spiritüel” bir şey olarak tasavvur ediyordu, bunu akıl ve düşünme konusu yapmamıştı. kadı huzuruna çıkıldığında kafirlerin, müminlerle eşit bir şahitlik hakkına sahip olmadığını bilmiyor, bunun da doğrudan doğruya mevzumuzla alakalı olduğunu düşünmek istemiyor olabilir. bazı kişileri putlaştırmakla itham edilen bir kimse olarak dadak şairimizi ayet-i kerimeye imân etmeye, bir daha imân etmeye, tazelenmeye davet ediyorum.”
İlk paragrafta yazılanları ve daha evvel yazdığım tenkit yazısını mukayese edecek olursanız göreceksiniz ki, kat’î surette pozitivist ya da materyalist manada bir insan modelini savunmadım. Yukarıda yazılanlar alenen iftiradır. Böyle bir fiili işlemekten, ‘hümanist bir evrimci’ olmaktan da Allah’a sığınırım.
Yukarıda okuduğunuz üzere Küçükkürtül, ilk paragrafın başında bizi ‘mücerret ve muğlak bir insan fikri’nin arkasına yaslanmakla tanımsız, saydam, geçişken, ne idüğü belirsiz bir insan tasavvurunu savunmakla itham etmiştir. Aslına bakılırsa lafız itibariyle doğrudur, çünkü insan, hususen hazreti insan, hâdis varlıklar içinde en muamma olanıdır. Dolayısıyla hiçbir tanıma sığamayacak kadar mücerret ve muğlaktır.
Malumaliniz, her şey zıttı ile kaimdir. Mücerret kelimesinin zıttı ise müşahhastır. Günümüz tıp teknolojisinin geldiği noktayı düşünün, bu bağlamda insanı müşahhas bir varlık olarak dahi inceleyecek olsak, bin türlü fizyolojik/anatomik çıkmazın içerisine girebiliriz. Örnekse, GLOBOCAN 2012 verilerine göre 2012 yılında dünyada toplam 14,1 milyon yeni kanser vakası gelişmiş ve 8,2 milyon insan kanser yüzünden ölmüştür. Demek ki insan, mikro-hücrelerini tetkik edebilecek kadar müşahhas ve mükemmel, işbu hastalığa deva bulamayacak kadar mücerret ve çaresizdir. Artık varın gerisini siz düşünün. Sözün özü insan, etten, kemikten ve kandan mamul bir kadavra olarak dahi büyük bir muammadır.
***
”Ruhun yukarı çıkma çabaları aslında basite ulaşma isteğinin bir sonucudur. Nitekim yukarı sözcüğü, düşünme söz konusu olduğunda ‘basît’ anlamına gelir.”
Tahakkümü altına girdiği devletin, yaşadığı toprağın ve bilhassa kendi kimliğinin üzerine düşünenlerin elinde değildir, hatları kesin çizgilerle belirlenmiş, en kaba tabirle ‘basit insan’ tasavvurunu talep ederler.
Sözde devrimcilerin anlamadığı taraf da burası. Onlar karmaşık olanın daha derin olduğunu zannediyorlar, kavramlar karmaşıklaştıkça, yargılar çeşitlendikçe düşüncenin nesneleri çoğaldıkça nedense yükseleceklerine inanıyorlar.
Bknz: Modernizmin Anti-Türk bir şey olması.
İnsanı insan yapan tek öncülün kişinin Müslüman kimliğiyle tanımlanması.
Batının mutlak manada ahlaksız olduğu düşüncesi.
Küresel sermayenin ve politik konjöktrün tamamının Siyonist’lerin yönetiminde olduğu zannı.
İstiklal Marşı Derneği üyesi olmayan cümle varlığın Anglosakson ırkından olup aslen New Yorklu olması…
Bu yüzden de kümülatif bilgileri, laf ebeliğini, kendinden menkul tarihî argümanları, kültürel faşizmi, hasılı, çokluğun içine gömülmeyi önemseyip sözde devrimcilik edebiyatı yapmayı marifet biliyorlar.
Bakınız buna mukabil, Hz. İnsan kitabının -hz. insan’ın tevazûu bahsinde- neler söylemektedir:
”…peki, varlıkları (insanları) taayyünleri itibariyle değil de sadece varlık (insan) olmaları itibariyle sıralamak istersek? Bu isteği duyanların önce şu dizeleri dikkatle okuması, anlaması gerekiyor:
Mana evine daldık vücud seyrini kıldık
İki cihan seyrini cümle vücudda bulduk
Musa ağdığı Tûr’u, yoksa Beyt’ul-Ma’muru
İsrafil çalan suru cümle vücudda bulduk
Tevrat ile İncil’i, Furkan ile Zebur’u
Bunlardaki beyanı cümle vücudda bulduk
Yunus’un bu dizelerini iyi anlayabilirsek, hiyerarşi ve tevazu meselesini taayyün itibariyle değil, aksine daha üstü olmayan tek kavramla, vücud (varlık) kavramıyla mütalaa etmenin kapısını usulca tıklatmış oluruz.
Çoğu kimse mevcud’a (varlık’a) nazar edip Hz. İnsan’ın yerini mevcudat arasında tayin etmeye çalışıyor.
Oysa vücud’a (Varlık’a) nazar etseler, taayyünat bütünüyle buhar olur da Hz. İnsan’a yer bile tayin edemezler.”
Sözde devrimcilerin anlaması için konuyu basitleştireyim. İnsan öncelikle insandır. Anasından doğan her bir varlık sadece insandır. İnsan olup olmamak kişinin elinde değildir. Daha sonra yani doğumdan sonraki yıllarda kişi kendini çeşitli sıfatların içinde bulur. Evet içinde bulur. Ve bu sıfatları genel olarak bir ömür savunur. Bunu kanıtlamak tarihi bilmemek olacağı için konuyu geçiyorum. İnsanın taayyün yani belirme tarafından ziyade varlık yani Allah’ın kulu olma yönüyle görmek merhametin ta kendisi değil de nedir? O halde sözde devrimcilere merhametinize ne oldu diye sormak istiyorum.
***
Mehmet Raşit Küçükkürtül’ün Türkçeyi ihmal ettiğim yönündeki eleştirilerinin tamamına katılıyorum. Her ne kadar fikirlerini benimsemiyor olsam da konu, yazmak ve okumak olunca üzerimde büyük bir hakkı vardır. 23 yaşımdan sonra yazmayı kendisinden, okumayı da Sulhi Ceylan’dan öğrendim desem yalan olmaz. Her söylediğine bir kulp takarak izansızlık yapmak adalete aykırıdır. Aynı paragrafın devamında söylediklerinde de haklılık payı vardır. Yeraltı edebiyatı, Beat Kuşağı, Lale Müldür, Cioran, Chuck Palahniuk, son dönemin bilimkurgu romanları, melankolik metinler ve serkeş yazarları okurken cezbeye gelmekten bir türlü kurtulamıyorum.
Ne diyeyim, Allah Celal Kuru’yu da beni de ıslah etsin.
***
Osmanlı meselesine gelince… Diğer meselelerde de olduğu gibi bu konuda da bizi ayrıştıran şey meseleleri algılayış biçimlerimizdeki farklılık. Sanırım ‘farklılık’ kelimesinin yerine ‘uçurum’ kelimesi ikame edilebilir. Sayın Küçükkürtül’ün mümessili olduğu fikirler, temelde, ‘Kalın Türk’ düşüncesinin varyasyonlarıdır.
Anti-Modern bir düşünce sistemi olarak fikir dünyamıza konuşlanan ‘Kalın Türk’ fikri, eleştirilerini yine ‘modern’ olan üzerinden yaptığı için, kurduğu tezi yakın tarihte yaşanan olaylara dayandırmak zorundadır. Bu nedenle ve haklı olarak Anti-Modern hafıza travmatiktir: Türk dünyasının başarılarından ziyade felaketlerinden beslenir.
Bknz: 27 Mayıs 1960 darbesiyle Türkiye, NATO tarafından işgal edilmiş ve bütün ahali ”etrâk-ı bîdevlet” olmuşuz. (bahadır dadak amerika’ya mı yerleşiyor? yazısından bir alıntı)
Bu hususta İbn Tahir: ”Başların kuyruk kuyrukların baş olduğu bir ülkede insanlar kendilerini metruk/terk edilmiş hissederler” buyuruyor. İşbu ifade daha dikkatle okunacak olursa mesele, yukarıda bahsettiğim ‘algılayış farkı’ sadedinde daha net anlaşılacaktır. İbn Tahir’in söylediği doğrudur, hatta sayın Küçükkürtül’ün söylediği de doğrudur. Lâkin insanların/halkın böyle hissetmesi duyular aracılığıyladır ki, bu onların gerçekte ‘devletsiz’ oldukları manasına gelmez.
Bu noktada devletin ve politik kararlarıyla hükümetin, toplumun ve siyasi öngörüleriyle toplulukların, mana ve lafız itibariyle ayrışmaları ve yeniden tanımlanmaları gerekmektedir. Kendinden menkul bilgiden kastımız tam anlamıyla budur.
***
Evlilik meselesine gelirsek… Evet, yakın zamanda evleneceğim konusunda bir takım söylentiler benim de kulağıma çalınmadı değil. Lâkin, Kahramanmaraş Belediyesi Kazak Erkekler Şantiye Şefi Mehmet Raşit Küçükkürtül’ün bu hususta şahsıma yönelttiği ifadeler asılsızdır. Zaten daha evvel yazıp-çizdiklerimi takip eden okurlar bilirler, özellikle ‘evlilik kurumu’ üzerine tek bir olumsuz cümle sarf etmişliğim yoktur. Zira evlilik kuvvetli bir sünnettir. Kadınlar hakkında yazdığım iğneleyici ifadeler ise sözde erkeklik gururumun, kendi acziyetimin göstergeleridir. Bu güne değin Bîkariyye topluluğuna benim kadar yakın olup, bu cemiyetten ‘zihnen evli’ olduğu gerekçesiyle tard edilen başka biri daha yoktur. Açık yüreklilikle itiraf ediyorum: ben kadınlara karşı zaferin, onların her istediklerini yerine getirmekte olduğunu henüz yolun başındayken anlamış bulunuyorum. Zaten mesele kadınlara karşı ‘kazanmak’ olarak tanımlanınca kelimenin etimolojik kökeni dönüp dolaşıp ‘yenilgi’ fiiline dönüşüveriyor.
Allah’tan bir mani gelmezse tez zamanda evlenip malayani edebiyat işlerini bırakmayı umuyorum. Bu netameli konuda daha fazla bir şey söylemenin yersiz ve abes olduğu kanaatindeyim.
***
Son olarak Sözde Devrimci arkadaşlara şunları söylemek istiyorum:
Biliyoruz, “KİRLENMEK GÜZELDİR!”
Lâkin, gelin bu devrim ayaklarını bırakın ve Harâbat Ehline intisap edip temizlenin. Temizlenin ki beyazlarınız daha beyaz, renklileriniz daha renkli olsun.
Vesselam…
Bahadır Dadak
Tartışma Yazıları
* Üstad Muharrem Cezbe’ye Mektup – Feyyaz Kandemir
* Bohemyalılar – Feyyaz Kandemir ve Mehmet Raşit Küçükkürtül
* Kendinden Menkul Kıymetler Borsası: Sözde Devrimciler – Bahadır Dadak
* Bir Bohemyalıdan Hamakta Devrim Dersleri – Sulhi Ceylan
* bahadır dadak, amerika’ya mı yerleşiyor? – Mehmet Raşit Küçükkürtül
* Bohemyalılarda Bindikleri Dalı Kesebilecek Cesaret Var mı? – Feyyaz Kandemir
9 Yorum