Rızk Çay Ocağı’nın emektar döküm sobası, baharın sonuna doğru gözden düşmüş, yazlık bahçedeki kırık masa ve sandalyenin atıldığı alana doğru sökülüp taşınıyordu. Yıllara meydan okuyan o vakarlı duruş kaybolmuş, bir kenara atılmış olmanın verdiği buruklukla kırık plastik sandalyelerin arasında yüzünü saklıyordu. Onca zamandır çay ocağı ahalisini sabah namazına bir saat kala selamlayıp, gece son müşteri gidene kadar görevini eksiksiz yerine getirirken, şuan değersiz bir döküntüymüş gibi kenara atılmayı bir türlü kabullenemiyordu.
“Ah be namussuz Birol, bunu da mı yapacaktın! Yirmi yedi sene oldu dile kolay, yirmi yedi… Bunca emeğin, bunca yaşanmışlığın karşılığı bu muydu? Çöpçüsünden, memuruna, öğrenci çocuklardan, dükkân açmaya gelen esnafına kadar için için ısıttım. Kimseyi ayırmadım, gariplerin usul usul sığındığı limandım. Yanım yanım yandım, bağrım is bağladı da bir kere ah etmedim. İnsanoğlu değil mi nankör işte! Birol mu, bizim mekânın sahibi olur. Yirmi yedi senedir dostum, sırdaşım, yoldaşım. Kızıyorum kızıyorum da Allah var çok sabretti bana, direndi yıllardır. Ama devir de değişti, soba önemini yitirdi. Buraya kadarmış, yapacak bir şey yok. Aslında bir iki sene daha götürürdüm ben ama geçen sene Rus kömürü diye Birol’a yutturdukları sahte kömür perişan etti beni. E be Birol! Sen ki kaç senenin esnafısın, nasıl yuttun bu zokayı. Namussuzun renginden belliydi kendine hayrı yok. Alevi vurunca cayır cayır, ama gel gör ki ne ısıtıyor ne de kor olup duruyor, kâğıt gibi kömür. Birol da bunu görüp sorun bende diye düşündü. Olsun, zaten son demleri yaşıyorduk.”
“Dedim ya dostluğumuz eski Birol’la, zamanında beni Demirci Hüseyin’e özel olarak yaptırdı. Paraya da kıydı şimdi hakkını yemeyelim. Kazan kısmını büyük, kül kısmını da geniş yaptırdı ki verimli olayım. Uzun süre geldi, kontrol etti. Izgarasından borusuna kadar kendi ilgilendi benimle. Son gün, işlemeli kapaklarımın takıldığı o gün beni görmeye geldiğinde anlamıştım, bu adam satmaz beni. O gün bugündür tam yirmi yedi senedir iyi kötü geçiniyorduk işte. Sağ olsun bunca yıldır ihanet de etmedi, sahip çıktı. Gelen insanlardan duyuyordum; ‘şehre doğalgaz gelmiş, türlü türlü ısıtıcılar çıkmış’ diye. Hatta birkaç kendini bilmezin Birol’a; ‘sen de at şu antikayı, koy şuraya bir kaç ısıtıcı…’ dediklerini de duydum. ‘Hain, vefasızlar!’ Ayaz günlerde kokuşmuş ayaklarınızı bana yaslarken öyle demiyordunuz ama. ‘Bu sobanın tadı da bir başka be…’ diyordunuz. Hele üzerimde pişen kestaneler, kızartılan ekmekler ah ah… Onlar da kalmadı ki. Kırk yılda bir Birol yaparsa o kadar.”
“Tabiî önceden öyle değildi. Çay ocakları en gözde mekân, ben de mekânın en gözde elamanıydım. Bütün muhabbetler benim etrafımda döner, önemli meseleler benim etrafımda çözülürdü. Ben bir çeşit toplanma alanıydım. İşçisinden, doktoruna; garibinden, zenginine herkes bana sığınır, bende ısıtırdı kendini. Uzun zaman oldu, siyasiler de uğramıyor artık. Halkın derdini dinlemek, bilhassa oy koparmak için türlü vaatlerin döndüğü halkanın ortasında yine ben vardım. ‘Ah kaç başkan eskittim bir bilseniz!’ Gelenlerin söylediğine göre şehir büyümüş, buraların da bir değeri kalmamış artık. Birbiri ardınca kafeler açılmış, insanlar da oluk oluk oralara gidiyorlarmış. Belliydi zaten, birer birer ayakları kesildi insanların. Siyasilerin de bizim mekânla bir işi kalmadı. Garibanın, emeklinin doluştuğu bir yere kim ne yapsın? Allah’tan vefalı müşterilerimiz var. Onlar da olmasa, Birol çoktan kilidi vurmuştu. Azottan emekli Süleyman ve ekibi, muhtar Selâhattin, Şakir ve avanesi, Ulu Camii’ye gelen cemaat, bir de Paşam Sultan sokağının esnafı… Sağ olsunlar sahip çıktılar mekâna, boş bırakmadılar. Ama zaman geçiyor, devir de değişiyor. Bizim Birol da durur mu sürekli dükkânı değiştirip, tadilata sokuyor. Ne yapsın gariban, şu küçük dükkân oluk oluk para kazandırırken şimdi ancak kendini döndürüyor. O da devre ayak uyduracağım diye didinip duruyor işte. Çoğu eşyayı atıp değiştirdi. Önce eski taş duvarları plastik malzemeyle kapladı sonra o güzelim antika eşyalar, yılların geyik halısı, ibrikler ve hasır kaplamayı söküp attı. Ah ah hatırladıkça içim kanıyor.”
“Geriye çok da bir şey kalmadı zaten. Bir ben kaldım, bir de içerideki ahşap sedir ve cefakâr çay kazanı. Onlar da bana göre yeni sayılırlar. Diğer eşyalar ya bir bir atıldı, ya da yenileriyle değiştirildi. En çok bizim dertli ahşap sandalyelere üzüldüm. Çok kızdım Birol’a gitti şu laubali, şımarık plastik sandalyeleri aldı, geldi. Bir işe yarasalar içim yanmayacak, haftasında biri kırılıp çöpe gidiyor. Çoğu şeyi değiştirdi ama bana kıyamadı. Bazı müşteriler at bunu artık dese de Birol, ‘O, bu dükkânın emektarı, hem sobanın tadını başka bir şey verir mi, beğenmiyorsanız gidin çayınızı aşağıdaki kafelerde için.’ dedi. Aslanımsın Birol!”
“Değişen sadece eşyalar, binalar değil ki insanlar da değişti. Önceden öyle miydi? Ahali birbirini tanır, tanımasa da saygı duyardı. Az mı gariban burada parasız çay içip karnını doyurdu. Biri bir şey yese, tüm masalara sormadan ilk lokmayı ağzına atmazdı. Şimdi ne kimse kimsenin umurunda ne de masasına yanaşıyor. Bu uzaklık yetmezmiş gibi geçenlerde Birol gidip mekâna internet bağlatmış. ‘Ya hu Birol, senin dükkânın adı ‘Rızk Çay Ocağı’, internetle ne işin olur ki seni?’ Dedim, demesine de artık yetmişine, seksenine merdiven dayamış dedeler bile bir köşeye geçip, saatlerce telefonla oynuyor. Allah’tan ezan vakti kalkıp namaza gidiyorlar da kafalarını telefondan kaldırabiliyorlar. Benim kızdığım işte tam da bu; eşyayı değiştirmek, duvarı değiştirmek, mekânı değiştirmek kolay, bu insanları nasıl değiştireceğiz?”
“Biz bir şekilde ömrümüzü doldurduk ya çöpe gideceğiz ya da hurdaya ama yazık şu köşede Osman var, dilsiz Osman; garibanın teki. Öyle kurnaz, rol kesen garibanlardan da değil ha, kimsesiz bir gariban. Diğer tarafta Deli Muhtar Selami, o biraz delidir, sağı solu belli olmasa da neşe verir, muhabbetine doyum olmaz. Bunlar önceden meclisin en orta yerinde otururken şimdi utana sıkıla bir köşeye sığınmış, duruyorlar. Sağ olsun Birol, bir kuruş almadan çaylarını, çorbalarını eksik etmiyor ama insanlar artık ne yüzlerine bakıyor, ne selam veriyor. Onlar da benim gibi atıldılar bir kenara. Ben neyse de üzülüyorum işte onlara. Allah yardımcıları olsun. Ben de, o namert kömürlerden sonra toparlayamadım zaten. Doğrusunu söylemek gerekirse zamanı da gelmişti artık. Son demleri yaşıyorduk, kömür bahanesi oldu. Ama ne olursa olsun beni şu çöp yığınların arasına atmak yerine verseydiler ya bir hurdacıya. Namussuz plastik sandalyeleri de üstüme attılar, bu yaştan sonra rahat bir ölüm de yaşatmayacaklar anlaşılan.”
Enes Can
3 Yorum