1.
“Ben bu darmadağın olmuş hayatımı nasıl toparlayacağım” diye sorunca kendine, en az iki türlü yanılmış oluyor insan. Birincisi, hayatını kendinin toparlayabileceğine dair bir vehme kapılıyor. İkincisi, dağıtmaya devam ediyor. Ötesi sancılı biraz.
Şuramda bir şey var. Bir ortaokul fotoğrafı. Saman kokuyor. Ördek avı, dere serinliği. Baş parmağını sağ şakağına dayamış, iki parmağı arasındaki sigarayı tutar halini kanıksayan otuz beş yaşında bir adam kokuyor. Bu hâli kabul değil, kanıksamak kokuyor. Hafif rüzgârla gelen bir dinginlik değil, fırtınalı bir uğultuya alışmışlık kokuyor.
Önümdeki öykü kitabında, üniversite yıllarında harçlıklarının yetmezliğinden yakınıyor hanım yazar. Onca hikâyenin içinde buna takılıyorum. Çay tabağına taşan sıcak suyu küllüğe dökerken, hayatlarında harçlık kelimesini hiç anlayamamış çocukların öfkelerini yazmayı kuruyorum. Gayriihtiyari garsonun bana bakıp bakmadığını kontrol ediyorum.
Vakit öğleye yaklaşıyor. Güzelim güneş masamı selamlıyor.
İşte bu ortaokul fotoğrafı, o kitabın arasından çıkıp dolanır oldu ellerime. Belki de ayaklarıma. Fotoğrafta herkesin pantolonundan farklı bir renkte pantolon görünüyor. Lacivert ceket. Dimdik ve öfkeli bir baş. Biraz daha zorlasak, okul aile birliğinin yoksul çocuklara aldığı ve bir pazartesi sabahı bayrak töreninde, herkesin içinde hediye edilen iğrenç renkli bir kaban da görünür ama kadraja girmemiş o. Çünkü yalnız soğuğa tahammül edilemeyecek havalarda mecburen ve bir namussuzluk alameti imiş gibi giyilirmiş. Oysa fotoğraf güneşli bir havada çekilmiş.
Fotoğraf çekildikten sonra “dağılmayın çocuklar, iş eğitimi dersi için toplu bir şekilde atölyeye geçiyoruz” denmiş. Eteklerini belden yukarı kıvıran birkaç kız kikirdeşip azar yemiş. Atölyenin pastel kokusu özlenmiş. Hademe Naim abi kalorifer dairesinde çayını demlemiş, temizlik için çıkış zilini beklermiş. Hava akşama doğru buz kesmiş ve o iğrenç renkli kaban yine giyilmemiş.
Hâsılı, canlanan bir fotoğrafta herkesin bir yeri varmış.
İnsan peki nereye aitmiş? Çocukluğuna da değilse nereye…
2.
Pardon’dan kalktım. Pardon, benim Balıkesir’deki uğrak mekânım. Görülmeyi istemediğim zamanlarda kaçıp kaçıp sığındığım yer. Evet evet hâlâ yan sokağa bakan aynı masa. Evet o sırtımı insanlara dönüp duvara ve kitaplığa baktığım yer. Güzel yer.
Fotoğrafı, yıllar sonra denk gelmek üzere kitabın arasına iliştirdim. Dımdızlak, aç sefil geçirdiğim yoksulluk -buna yoksulluk da denmez a- günlerimle hiç barışmadım.
Öfkeliyim bugün biraz. Daire gösterimine giderken inceden söyleniyorum. Ben gibilerin sesi olmaya niyetliyim. Onlar ve kendim adına, çocukluğumuz adına için için bağırıyorum.
Hayır, duru bir zihnimiz yok diyorum. Modern zamanlarda travma denilen şeyleri de atlatamadık. Yaralarımızla barışık falan da değiliz. Zaman zaman çatışmadan besleniriz. En çok da kendimizle. Başkasına kıyamamak, incitmemek belası başımızda döner ve bu belayı taç ederiz. Kimseler yokken, buz gibi sıvasız evlerde atlattığımız yahut hasarını asgariye indirdiğimiz şeyler için hiç kimseyi affetmeyeceğiz. Bir Allah kuluna minnet de etmeyeceğiz evet.
Kibirli diyecekler. Çünkü düşersek, kimsenin tutmayacağından emin adımlarla yürüdük. Düşmedik değil düşüremediler. Evet bu çalımlı gururu kendimize yakıştırıyoruz. Başka türlüsünün mümkün oluşuyla da ilgilenmiyoruz. Bu halet-i ruhiyeyi, aşağılık kompleksinden kaynaklı üstünlük bilmem nesi diye tanımlamaya çalışanlar olacak. Onlara Allah’tan sıhhat ve afiyet diliyoruz. İşlerine baksınlar.
Karaciğerimde yağlanma varmış. Daireleri gösterdikten sonra aktara uğrayayım. Enginar suyu yağlanmaya birebirmiş diyorlar.
Yürüyüş bitti. Hırsla kontağı çeviriyorum.
3.
Dairemiz ilanda da gördüğünüz üzere üç artı bir, ebeveyn banyolu, kapalı otoparkı bulunmakta. Yüz yirmi metrekare net. Hayır yüz otuz iki olan brüt. Asansör tabii ki var. Arakat. Zeminde derzli laminat kullanıldı evet. Hayır aidatlar metrekareye göre hesaplanmıyor. Merkezi ısıtma değil ki böyle bir hesaptan bahsedelim.
Tık tık tık, ayakkabı sesleri.
Elbette yatırım için biçilmiş kaftan. Şehir hastanesinin karşı arasında. Biliyorsunuz, bakım okulu da bir kilometre ileride. Kiracılar genelde memur ve tayine tâbi olduğu için uzun oturmazlar. Zam meselesinde zorluk çekmezsiniz. Anlıyorum sizi. Tabii ki piyasa sürekli yükseliyor ve siz de yükselen piyasa karşısında cebinizi koruyacaksınız. Size fırsatçı diyenler olacak, aldırmayın. Piyasa zaten yüksek, el âlemin enayisi tabii ki siz değilsiniz.
Evet, işte mecbur kalmasanız da kredi kullanmasanız keşke. Birazcık daha indirim düşünmüyor maalesef mülk sahibi. Üçüncü eviniz olacak demek. Dövizden kazandınız. Anlıyorum…
Bütün bu sinameki konuşmalara daha uzun süre tahammül edebilirdim.
Konu, şehrimizin başka başka yeni yerleşim yerlerine geldi. Gelmesini istemezdim. Oralardaki yatırım fırsatları konuşuldu. Konuşulmasın isterdim. O da mesele değil. Şehrin bir muhitine gariban halkın haklarının gasp edilerek çökülmesine, oralara ‘ultra lüks’ konutlar yapılmasına Allah’ın takdiri deyiverdi sayın müşterimiz bir ara. Öyle kinayeyle falan değil, buna inanarak.
– İnsanların adaletsizliğine razı olmamanın, haksızlığa mukavemet etmenin adını, Allah’ın takdirine boyun eğmemek olarak yorumlamayı bıraktığımız gün daha bir güzelleşeceğiz dedim gözlerine kilitlenerek. Anlamadı. Şaşırmadım.
– Başka bir randevuya yetişmem gerekiyor. Siz olumlu ya da olumsuz dönüş yaparsanız sevinirim. Hayırlı günler diliyorum.
– Görüşmek üzere Samet Bey. İnşallah hayırlısı olur.
Enginar suyunun yanında melisa çayı da alayım. Öfkeye iyi geliyormuş.
Öfke kötü nesneymiş gibi.
4.
Diğer randevu kiralık bir daire içindi. Klişe soru ve cevaplarla geldi geçti. Verdik daireyi. Koşar adım aktar yoluna düştüm.
Şu fotoğraf meselesi… Çok şeyler sordurdu bugün bana. Dişlerimi her zamankinden fazla gıcırdattı. ‘Ben niye mücadele ediyorum ki’ sorusu düşmesin bir kere insanın gönlüne. Böyle bir soru akla yüzlerce kez düşebilir, sorun değil. Fakat gönle düşmeyegörsün. Sancılı biraz.
Uğruna savaşacak bir şeyin kalmaması mı, omuz omuza savaşacak birilerinin kalmaması mı daha acı bilmiyorum. Bütün o yan yana, omuz omuza mücadele ettiğim dostlarımın hemen hepsinin, kokuşmuş sistemin bir parçası olduğunu acıyla karışık müşahede ettikten sonra.
Yok yok, tabii ki sen değilsin bir önceki cümlenin muhatabı canım dostum. Türkiye’de işler böyle yürüyor evet. Tabii ki o makamda sen olmasaydın kim bilir hangi hınzır kılıklı mel’un, oraları işgal edecekti. Seninki asla torpil değil, hak yemek değil. Bu stratejik hamlelerin sayesinde Türk ve İslam âlemi ayakta biraz da. Evet.
Aktar ne güzel kokuyor.
5.
– Efendim anacım?
– Annem, nasılsın oğlum? Gelecek misin bu hafta?
– Çok iyiyim annecim. Allah kısmet ederse akşamüstü geliyorum. Mocuklara yaş mama da aldım. Ofise uğrayıp yola çıkacağım.
– Tamam annem meşgul etmeyeyim seni. Akşam görüşürüz o zaman. Allah’a emanet ol.
– Allah’a emanet annecim.
6.
Nihayet telaşem bitiyor. Motosiklete atlıyorum. Ver elini Yaylabayır, Çanacık, Yeşilova, Taşkesiği… Hıncımı teskin etmesini umduğum dağ yolları merhaba. Kendime güzel bir türkü armağan ediyorum. Teke de bıçak gümüş kında paslanmasın istiyorum.
Taşkesiği’ne yaklaşırken “bir çeşme başında ruhumu dinlemek istiyorum.”
Aniden bir üşüme, ürperti… Aynı anda bir çeşmeye rast geliyorum. Hemen motoru sağa çekiyorum.
Derin bir sükûnet… İkindi güneşi akşama yanaşmış. Sadece kuşların ve rüzgârın sesi. Eylül. Tüm haşmetiyle. Sanki ötelerden, çok ötelerden bir çift göz bana bakıyor, hissediyorum. Kızar gibi bakıyor. Sever gibi bakıyor. Bir şeyler anlatır gibi bakıyor. Neden hep dağ başlarında ölür, dağ başlarında oluruz bilmiyorum. Gönlüme bu cümle düşüyor. Çantamdan istemsizce fotoğrafı çıkarıp tekrar uzun uzun bakıyorum. Fotoğraftaki çocuğun öfkesi dinmeli artık. Ölmekle mi, olmakla mı dinecek, işte bunu bilmiyorum.
Fotoğrafı yakmam gerekirdi belki. Ben göğsüme basıyorum. Islanıyor biraz.
Yüzümü yıkamak için çeşmeye yöneliyorum. Çeşmenin üzerindeki yazıya gözüm ilişiyor.
“Allah Muhsinleri sever” yazıyor. Ölmüyorum.
Samet Çıldan
1 Yorum