Sakalları uzamış. Sadece bıyıklarını uzatırdı hâlbuki. Bir kutunun içinde sakladığı tıraş takımını isterdi ev ahalisinden. Her zamanki yerinde olmalıydı. Kapının arkasında duran, kapakları iki çivi ile tutturulmuş, karıştıranı olmasın diye lastikle birbirine bağlanmış dolapta. Yaşadıkları evde her eşya hep aynı yerinde olmak zorundaydı. Bir sebepten yeri değiştirilmiş eşyanın aranma ve bulunma süreci çok gürültülü ve kırıcı olabiliyordu. Az rastlanırdı böyle bir olaya ama çok hatırda kalırdı. Bir eşyayı arayarak zaman kaybetmek istemiyordu sanırım. Planlanan iş hemen yapılabilmeliydi. Zaman ziyan olmamalıydı.
Kutunun içinden aynasını çıkarırdı ilkin. El kadar. İnsanların hiçbir yere sığamadığı şu dünyada, boy boy aynaların ortasında yüzünü el kadar bir aynaya sığdırır ve o aynada tıraş olmaya çalışırdı. Şimdiki tıraş bıçaklarından farklı olarak küçük bir kutudan çıkan, jiletlerini kendisinin taktığı tıraş bıçaklarıyla tıraş olurdu. Aynayı pencerenin kenarına koyar, yanına köpüğünü küçük bir tasta hazırlardı. Aynaya bakarak değil de sanki dışarıyı seyrederek yapardı işini. O tıraş olurken evin karşısındaki kavak ağaçlarının arasından rüzgârlar geçerdi. Sakin, sessiz, üşütmeden, rahatsız etmeden geçen rüzgârın insanda bıraktıkları, evin içinden hissedilirdi. İkindi vakti geldiğinde insanlar ellerine aldıkları tabure ve sandalyelerle aynı rüzgârın içinde oturmaya başlardı. Kulaklarda uğultu bırakarak etrafta gezinen rüzgârda oturmak için bakıyordu belki de kavak ağaçlarının olduğu yere. Bu hal üzere jiletin yüzünde gezinirken çıkardığı ses yayılırdı evin içine. Arada bir tasa vurulan tıraş bıçağının rahatsız edici sesi keserdi kulakları. Bittiğinde aynı sırayla aynı kutuya ve sonunda aynı dolaba girerdi tıraş takımı.
Yaz kış evin bir köşesinde sabit duran sobanın kenarına asılmış maşanın ne işe yaradığını anlamam pek uzun sürmemişti. Güneş doğmadan kalkan biri için güneş doğduktan saatler sonra kalkan birini görmek garip geliyor olmalı ki onun yanında iken hiçbir zaman, sözlü olarak, kalkmamız gerektiğini söylemedi. Maşayı eline alıp evin içinde bir şeyle uğraşıyormuş da maşa sobaya yahut evde herhangi bir yere çarpıp gürültü çıkarıyormuş gibi uyandırırdı herkesi. Çocuk yaşta alışmıştı kulaklarım bilerek/bilmeyerek yapılan bu şangırtıya. Sabah namazı vakti girdiğinde uyanmanın, seher vakti uyanık olmanın gerekliliğini böyle öğrenmiştim.
Evinin karşısında bulunan araziye doğru koyunlarını sürerdi. Küçük bir odadan çıkardığı kepeneği üzerine atar kendi koyunlarını kendisi çıkarırdı otlatmaya. Birkaç defa çoban tutmuştu da pek beğenmemişti sürüyle ilgilenme şekillerini. Gelen, işini bitirip parasını alıp gitmenin peşindeydi. O ise yaydığı koyunlarına bakarken bile her birinin tek tek ne kadar yediğini görebiliyor gibiydi. Uzun uzun ayakta bekleyip tüm koyunların yeterince otladığından emin olunca bir ağacın dibinde kendine yer bulur, koyun çanlarının arasında kepeneğinin içine gömülür, bazen de bir kuzu alırdı kucağına, siyah beyaz. Onunla eğlenirdi. Hava kararana kadar yanında dururduk. Akşam ezanıyla birlikte olduğu yerde namaza dururdu. Kıyamda iken eve doğru yola çıkardık. Rükûda uzakta bir gölge gibi kalırdı. Secdede bir nokta olduğunda biz eve varırdık.
Kurban bayramı öncesi en güzel hayvanlarını kurbanlık için şehre götürürdü. Her bayram kurban pazarında tüm koyunlarını satar ama herkesin almak için sıraya girdiği ederinden fazla fiyatlar teklif ettiği en iyi koyunu kimseye satmazdı. Bayram arifesine kadar beklettiği hayvanını bazen yeni evlenmiş bir gence, bazen fakir bir aileye hediye ederek dönerdi. Belki de bundandır, sürüsünün eksildiğine, hastalandığına, telef olduğuna şahit olmadım hiçbir zaman.
Camide en ön safta olurdu. Herkesin ön safta nereye oturacağı belliymiş gibi köyün ihtiyarları hep aynı yerde dururlardı namaza. Sonra orta yaştakiler, sonra gençler, sonra çocuklar doldururdu camiyi. Arada bir arkasını dönüp bizim camiye gelip gelmediğimize bakardı. Görürse yanında yer açar eliyle yanına oturmamızı işaret ederdi. Bazen diğer ihtiyarların yerini almamak için gitmek istemezdik, bazen de en önde namaz kılmanın heyecanıyla koşarak giderdik yanına. Usul usul çevirdiği tespihindeki boncukların birbiri üzerine düşüşünü seyrederdim. Ezan okunurdu, kamet getirilirdi, namaz kılınırdı. Takkesi hep başında olurdu. Nadir zamanlarda çıkardığı takkesini evin bir köşesinde görürsem hemen alırdım. Yarım yamalak, belki kıblesi bile yanlış ilk namazlarımda başımda örgülü takkenin sıcaklığı olurdu hep. Etrafta başka takke görmediğim için bir tane olduğunu düşündüğüm takkeyi kaybederim, bir yerde unuturum diye korkardım bir yandan. Camiye takkesiz giden akranı yoktu. Nasıl karşılarlardı takkesiz gitse?
Donuk bakıyor şimdi. Kimseyle ilgilenmiyor. Hareketleri yavaşlamış. Etraftan duymuştum birkaç yıl önce. Koyunların peşinden gitmiyormuş, gidemiyormuş. Ama ne olduysa ondan sonra oldu diyormuş herkes. O zamana kadar hastalanmayan, burnu bile akmayan adam birkaç haftada bir hasta olmaya başlamış. Hatta şu sıralar sık sık camiye gelebildiği ender zamanlardanmış. Cami cemaatinden hiçbir zaman ayrılmayan, beş vakti camide kılmayı düstur edinmiş biri için evde kılınan namaz hüzünlü olur. Hastalık uzun sürdükçe hüzün de artmış olmalı. Geri dönebildiği mescidin içinde mutlu olduğu kesin ama yüzüne yapışmış hüznünü de silebilmiş değil.
Cami yavaş yavaş doluyor. Dışarıdan çocuk sesleri geliyor. Ezan okunmaya başladı. Üstü başı abdest suyundan ıslanmış bir şekilde atarlar kendilerini camiye çocuklar. Bizim eskiden yaptığımız gibi. Caminin arka tarafındaki halılarda damla damla izler bırakırlar. Böyle bir namaz kılmıştım ben de zamanında. Burada, son kıldığım namazım olmuştu. Her vakit en önde dedem, ortalarda babam ve en arkada biz çocuklar olarak kıldığımız namazda, o vakit babam eksikti. Dedem birkaç defa arkasına dönüp bakmıştı hatta ama üzerinde dışarıda bırakamadığı bir sinirle oturuyordu camide. Namazı bitirince daha dedemin evine varamadan yoldan çevirmişti babam. Ne oluyor diyemeden -ki zaten diyemezdim- ayrıldık köyden. Bir şehir hayatının içinde düzen kurmaya, ortama alışmaya çalıştık. Nefes alınamayan yerlerde nefes almaya uğraştık. Eve gelip gidenler oldu, babamı ikna etmek için. Anlamadığım bir kavganın, bir küslüğün içinde dönüp duran babamın başı çok fazla dönmüş olacak ki ne yana gideceğini şaşırdığı için hiçbir yere adımını atmadı yıllarca. Köy diyeni susturdu, kırdığı kalpleri omzuna yük yaptı. Boynu büküldü, yine de inadından dönmedi.
Camiye imam olarak atandığımda babam göndermez diye düşünmüştüm. Seslenmedi. Ne zaman gideceğimi sordu sadece. Eşyalarımda birlikte, yıllardır uğramadığım köyün girişinde indim otobüsten. Muhtar karşıladı beni, cami cemaati ile tanıştırdı. Uzun zamandır bakımı yapılmayan bir camide görevlendirildiğimi söylediler. Cami de yaşlanmış demek ki. Halısında damla damla izlerim… Camimiz zar zor ayakta duruyor, dedi, zar zor ayakta duran ihtiyarlar. Tanımadılar beni. Sadece içlerinden biri sen birine çok benziyorsun ya, çıkaramadım, deyince heyecan bastı biraz. Cuma namazını kıldırarak başlayacaktık göreve. Sonraki iş camiyi tekrar toparlamak olmalıydı.
Cumanın sünnetini kılarken aynı saftayız. Yavaş yavaş minbere çıkıyorum. Şimdi karşısındayım. Bir süredir imamı olmayan camiye atanan kişiyi merak eder de başını kaldırıp bakar mı, diye bekliyorum. Bakmıyor. Sesleri takip ediyor sadece. Gözlerini kapatıyor, bir süre kapalı tutuyor, sonra tekrar açıyor. Gözünün önünde değişen bir şey yok. Bana doğru yüzünü çevirmeyeceğine inanıyorum. Belki sesimden tanır diyeceğim ama dibinde oturan çocuk da değilim ki artık. En azından ben unutmadım onu. Namaz bitimi giderim yanına, öperim elini. Siyah beyaz bir kuzu olur, yanına ilişirim bu yaşımda.
Elhamdülillah…
İrkildi…
Elhamdülillah…
Bana bakıyor şimdi…
Elhamdülillahi nahmedühû ve nestaînuhû ve nestağfiruhu ve netübu ileyh…
Ömer Can Coşkun