El Cóndor Pasa

I’d rather be a sparrow than a snail
Yes, I would
If I could
I surely would
 

Kimseyle konuşmak, görüşmek istemediğimden, tanıdık çıkma ihtimalinin en yüksek olduğu bir mekâna gittim, oturdum. Öyle bir ruh hali işte… Üstelik burası, birileriyle tanışmak, konuşmak açısından da oldukça meşhur bir yerdi. Zaten oturur oturmaz pişman oldum ve hemen kalkmak istedim. Mekân sahibiyle göz göze gelmesem kalkatacaktım da. Ancak santrançtaki taşıma dokunmuştum bir kere. Hâl böyleyken, hamle yapmamı zorunlu kılan bir kuralın bileklerime sıkı sıkıya geçirdiği kelepçelerin icbarıyla, tıpkı ajan filmlerindeki gece operasyonlarında yer alan o el hareketlerini yaparcasına önce şehadet parmağımı kaldırdım, sonra da boşlukta hayalî bir kaşığı tutarak olmayan şekeri, hiç var olmamış bardakta bir iki karıştırdım. Çayı şekersiz içtiğim halde… Mekân sahibiyle yüz ifademizi gören bir yabancı  -ki bu topraklardansa biri, söz konusu hareketlerin ne anlama geldiğini anında anlar- iki masa ötede hiçbir şey konuşmadan öylece bakışan iki ihtiyarın ölüm emrini verdiğimi sanabilirdi. Adam da aynı ciddiyetle belli belirsiz bir baş hareketiyle infazı gerçekleştireceğini, ücretin yarısını önce, yarısını da cesetleri teşhisten sonra değil, âlemdeki saygınlığımın ianesiyle hepsini iş bitiminin ardından almak üzere bu güven esaslı kontratın altını gözleriyle imzaladı. Gözden kaybolur kaybolmaz da tezgâhın ardındaki gizli bölmeye dalarak kafesteki zavallı tavşanlardan birini derdest edip ufacık kalbinin saniyedeki çırpınışlarına aldırmadan o yaban ellerinin arasında kemik sesleri eşliğinde sıkıp büktü ve kıpkızıl kanını ince belliye süzerek masama getirdi. Parmak aralarında esintiyle oynaşıp duran ipeksi tavşan tüylerinden anladığım kadarıyla az önceki işlemi yaparken ellerinin, mesleği gereği ıslak veya avuçlarının, nâmımın getirdiği çekinceyle terli olduğuna hükmettim. Umrumda değildi. Teşekkür ettikten sonra ilk yudumumu aldım ve kanın hazzıyla uzadığını hissettiğim köpek dişlerimi dilimin ucuyla okşayarak beklemeye koyuldum.

I’d rather be a hammer than a nail
Yes, I would
If I only could
I surely would

Aslında durumum, zihnimde kurduğum yukarıdaki Bladevârî sahnenin karizmasından oldukça uzak bir şekilde çayımı aldıktan sonra gâyet normal bir bekleme hâliydi. Düşünüyor, düşüyor, düşlüyordum. Şehir ve çalışma hayatı… İkisinden de bıkmıştım artık. Kuyuma gömüldüğüm yeterdi, biliyordum ancak mani olamıyordum bir türlü. Ben de kendimi zorlayarak etrafıma çevirdim bakışlarımı. Ancak gördüğüm manzaradan hemen sonra bu kararımdan pişman oldum ve yeniden içime döndüm. Çünkü iki ayaklı genç bir lama, hayvanat bahçesinden kaçmış, dişlerinin arasından tükürebilme yeteneğini karşı cinsin indinde gayet havalı buluyor olacak ki iki adımda bir etrafına DNA’sını fışkırtarak ince bacakları üzerinde hızla ilerliyordu. Öte yandan, annesinin, bezlenmeyi bıraktırıp lağzımlığa ve dolayısıyla iç çamaşırına alıştırmaya çalıştığı bir çocuk gibi anlamsız açma germe hareketlerinden sonra sürekli pantolonunun ağını yoklayan, oturduğunda da pişikmişçesine bacaklarını yanındakilerin var olma haklarına tecavüz ederek boşlukta kapladıkları alana hakaret eden genç tiplerden biri, karşıdaki yeşil alanda bulunan banklardan birinde göz kirliliğine sebep oluyordu. O an sanki tüm kâbuslarım üşüştüler başıma; ilkin tuhaf düşünceler geçidindeydi sıra:

  • Kanatlar, kedileri baykuşlara, köpekleri yarasalara dönüştürür.
  • Uzaylılar yeryüzünde yaşasaydı peygamberdevesi, denizlerde doğsalardı ahtapot olurlardı ya da fosforlu denizanaları.
  • TBMM, kamu düzeninin sıhhati açısından bir yasa çıkarmalı, insan boynunun, cinsel uzuv statüsünde tanımlanmasıyla ilgili.

Sonra sinir bozucu durumlar listesi:

  • Bir odadan diğerine taşınan yemek dolu tabaklardan bir yolunu bulup yere atlayıveren ve etrafı batıran intihara meyilli kaşık ve çatallar… Özellikle büyük bir şangırtıyla gece vakti!
  • Bir elde dürüm varken tek elle ayran açmaya çalışma durumu…
  • Ayran artığına sigara külü silkmek…
  • Sabah hiçbir şey yememişliğin verdiği tokluk hissi…
  • Sıkma derecesi birbirine denk olmayan bağcıklı ayakkabılar…
  • Bir yere girerken veya çıkarken karşılaştığınız yabancıya, sırf nezaketen kapıyı tuttuğunuzda, sanki öteden beri bu işle geçiminizi sağlayan bir kapıcıymışsınız gibi bir heykelden daha ifadesiz şekilde açtığınız kapıdan geçip defolup giden tipler…
  • Yağışlı havalarda üzerine bastığınızda ânın binde birinde paçalarınıza çamurlu sular sıçratan kaldırım taşları…
  • Özellikle de ayakkabınızı çıkarmanın çok ayıp görüldüğü ortamlarda oracığa bir yolunu bulup da girivermiş o ufacık tefecik ama sinir bozucu yabancı madde…
  • Kuru kalmaya en ihtiyacınız olduğu bir hava muhalefeti durumunda, alttan girmek suretiyle şemsiyenizi ters yüz eden öfkeli rüzgâr…
  • Aygün Market… Çocukken mahallemizdeki bakkalın adıydı. Hilâl şeklindeydi logosu ve hemen ardından “Market” kelimesi geliyordu. Kimi “Gün Market” diyordu kimi “Aygün”. Bazıları burasının bir büfe olduğunu söylerdi, bazılarıysa bakkal… Sahibesinin adı Fatoş’tu. Kimi Fatma diyordu kimi Fadime. Varlığıyla modern bir sentordu burası, çağdaş bir sfenksti sahibesi…
  • Tam göz teması kurarak sağlıklı bir iletişim içerisindeyken olan olur ve kahrolası farkındalık müptelası gelip yakanıza yapışır. Bu bilinçsizce yapılması gereken hareketin bilincinde olduğunuzda öyle bir zor duruma girersiniz ki bu, karşı tarafın ne anlattığını, sizin ne söyleceğinizi, muhabbetin dahi neresinde olduğunuzu karman çorman edebilecek güçte bir problem halini alır. Önce muhatabınızın tek bir gözünde yoğunlaşır bakışlarınız. Şanslıysanız bununla kalır, daha önceden iki gözüne birden nasıl hiç çaba sarf etmeden bakabildiğinizi sorgularsınız sadece. Değilseniz, göz şeklinden tutun da rengine, kaşlarının kıvrımından alnına kadar gezinmediğiniz yer kalmaz. Daha da kötüsü, lafınızı unutmak, karşı tarafın ani bir sorusu karşısında öylece kalakalmaktır, Allah muhafaza…
  • “Bu konuda da söyleyeceklerim var,” şehvetiyle, sadece muhataplarından gelecek bir “vay be!” ödülünü alabilmek uğruna ne hallere düştüğünden habersiz, en mahrem, en utanılası durumlarını bile anlatabilen tiplerle geçirilen zamanlar…

Ve olmazsa olmazım; tıpkı Three Thousand Years of Longing filmindeki gibi tesadüf eseri karşılaşacağım bir cinin bana vereceği üç dilek hakkıyla ilgili sıraladıklarım:

  1. Hayallerinin vardığı her yere gidebilen lüks bir taksi…
  2. “Yani”siz cümleler kurabilme yeteneği…
  3. İstediğini dikizleyebileceğin pahalı bir kapı deliği…
  4. Olmaktan zevk alacağın kişiyi oynadığın dev prodüksiyonlu gerçekçi bir rüya…
  5. Sana seni tanıtacak ve sevdirecek bilge bir yalnızlık…
  6. Olası intiharının sonucu sayısız ölüm şeklini, arttırılmış gerçeklik tekniğiyle gösterebilen ileri teknoloji ürünü koca bir ekran…
  7. Geleceğinin her türlü kaçınılmazlarına karşı şaşırtıcı alternatiflerle ruhunun gizemlerini keşfedip ortaya çıkaracak falcı bir cadıyla uzun bir gün…
  8. Sadece senin bildiğin, bilinmesini asla istemediğin karanlık arzu ve tutkularını sonuna kadar yaşayabileceğin unutulmaz bir özel izin gecesi…
  9. Tarihin bilinmeyen köşelerinde dahi gönlünce belirebileceğin bir dizi macera…
  10. İlk atalarının yaşamından son torunlarının hayatlarına doğru uzanan nefes kesici bir yolculuk…
  11. An itibariyle kimsen ve ne haldeysen bu noktaya gelmene sebep olan tüm olaylar ve kişiler zincirini ters düz edip alternatif senle seni tanıştıracak ruhsal bir yapay zekâ…

Tabii, sırada, dinlemekten keyif aldığım o eski şarkıların isimleri:

  1. Olmaz ilaç sine-i sad pareme
  2. Gam dideleriz sâki sun bir dolu kab
  3. Nihansın dideden ey mest-i nâzım
  4. Câna rakibi handan edersin
  5. Tûti mucize gûyem ne desem lâf değil
  6. Mâni oluyor halimi takrire hicâbım
  7. Hâb gâh-ı yâre girdim arz içün ahvâlimi
  8. Gülşen-i hüsnüne kimler varıyor
  9. Ateş-i sûzân-ı firkat yaktı cism ü cânımı

Hah, bir siz eksiktiniz acayip isimlerle ilgili notlarım, siz de gelin, sizin nereniz eksik:

  • Mukbil Özyörük
  • Dücane Cündioğlu
  • Gülriz Sururi
  • Yesari Asım Arsoy
  • Cinuçen Tanrıkorur
  • Rüçhan Çamay
  • Münip Utandı
  • Güncel Gürsel Artıktay
  • Hüseyin Tanrıkut Motun Tuğcu

Ya muhtelif yerlerde rast geldiğim duvar yazıları…

  • Saçlarını kesme, siyaha boyat. (Samandıra/İstanbul)
  • Sana yazamıyorum bari duvara yazayım: seni çok seviyorum. (Hereke/Kocaeli)
  • Yi beni tosunum. (Anıt/Konya)
  • Öyle bir halvet olalım ki komşular bile sigara yaksın. (İzmit/Kocaeli)

Tamam, yeter artık, teker teker gelin…

  • 2013 – bir yazar olarak imza kalemimin iş aradığı, işsizlikle mühürlendiğim zamanlar – Gezi Olayları
  • 2016 – hayatıma hafakanların ve yalnızlığın hâkim olduğu bir geceydi – Darbe Teşebbüsü
  • 2020 – bir dizi distopyanın başlangıcı; babam, kanser, tüberkuloz – Pandemi

Şimdi de Latince özdeyiş notlarım mı…

  • Ignem igni ne addas. (Ateşe ateş katma.) / ‘Ateşe körükle gitme.’
  • Quilibet est rex in domo sua. (Herkes kendi evinde kraldır.) / ‘Her horoz kendi çöplüğünde öter.’
  • Ad duo festinans neutrum bene peregeris. (İki işi aynı anda yaparsan, ikisini de yapamazsın.) / ‘Bir koltuğa iki karpuz sığmaz.’
  • Aquilam volare doces. (Kartala uçmayı öğretiyorsun.) / ‘Boşa kürek çekiyorsun.’
  • Argilla quidvis imitaberis uda. (Islak kil istediğin şekle girer.) / ‘Ağaç yaşken eğilir.’
  • Simia simia est, etiamsi aurea gestet insignia. (Altın kostüm de giyse, maymun yine maymundur.) / ‘Eşeğe altın semer de vursan, eşek yine eşektir.’
  • Unus vir, nullus vir. (Bir kimse, hiç kimsedir.) / ‘Bir elin nesi var, iki elin sesi var.’
  • Legatus non caeditur neque violatur. (Elçiye ne vur ne de söv.) / ‘Elçiye zeval olmaz.’
  • “vestis virum reddit” (Adamı adam eden giydiğidir)

Klişeler…

  • Vapur-simit
  • Kitap-kahve
  • Papyon-pipo
  • Fular-gözlük

Ve…

  • Def-i mefâsid, celb-i menâfîden evlâdır!
  • Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar.

I’d rather be a forest than a street
Yes, I would
If I could
I surely would

“Kolayından ermedim ben bu yaşa, kar yağışının her çeşidini gördüm ben; ince ince, lapa lapa, sulu sepken… He heeeyt, heyt!” Eyvah! Bir şangırtıyla kendime geldim. Seneleri üst üste yığarak yılları istiflemek suretiyle koca bir Çin Seddi inşâ etmiş az önce birbiriyle bakışan ihtiyarlardan biri, yukarıdaki yaşlılık coşkunluğuna kapıldıktan sonra dudaklarından bastonlarla çıkmış apak sözlerin hemen ardından Azrail’in eteğine yapışırcasına savurduğu eliyle bir sakarlığa imza atıverdi. Yan taraftaki esnaf çay ocağının ergen çırağının, tam da o esnada arkasından geçtiğini hesaba katamayarak, şu tepesinden tutulan ve her türlü akrobasiye imkân tanıyan Türk filmleriyle ve dolayısıyla öz yurdumla bütünleşmiş çay tepsilerinden birine öyle bir çarptı ki bardak, kaşık, tabak, ne varsa etrafa saçıldı. Sonunda kanın en kızılıyla camın en tehlikeli hâlini buluşturan bu sahne, olayın kahramanı pîr-i fânînin gereksiz çıkışına değil, buluğ çağına henüz ermekliğiyle şüpheleri üzerinde toplayan zavallı çırağın, ön damaklarda dil şaklamaları eşliğinde, tanıklara ait gözlerin sıkı yönetimi altında, en uygun tabir ile “gusûlsüzlüğüne” ve biraz da tepsiyle olan münasebetinden dolayı cambazlığından “usûlsüzlüğüne” hükmedilerek sonlandı. Yola en yakın masada oturan simsiyahî bir turist dışında herkes bu gürültüye tepki verdi. O an, bardakların ve tepsinin Tükçe düştüğünü anladım. Açıktı, adam bir kelime bile Türkçe bilmiyordu. Eh, zaten ince bellilerin Türkçeden başka bir dilde paramparça olacakları düşünülemezdi.

I’d rather feel the earth beneath my feet
Yes, I would
If I only could
I surely would

Ve beklenen an geldi. İşte, tanıdıklardan biri! Hem de en karşılaşmak istemediklerimden… Ne ara, nereden çıktı da ben, arkamdan geçmekte olan bir kediyi yolundan edip bir iki mıncıklarken gelip karşımdaki sandalyeye kuruldu, anlamadım. Olacağı buydu. Yine kafamın içine dalıvermiş, çakılmış kalmıştım. Hâlbuki zıkkımlan çayını da kalk git evine be adam, dimi? Ama yoook!

“Vay, adamın dibi, delikanlıların kralı, abilerin güzeli! Buralara hangi rüzgâr attı seni?”

Dibi, kralı, güzeli, seni… Ah kardeşim, gözlerimin dili olsa, dilimin de kemikleri olmasa da söyebilseydilerdi sana içimdekileri: “Bu kelimelerle sevme beni!” Ve ardından ikinci bir iki kişilik ölüm emri…

“Pek bir keyifsizsin be abi, hayırdır?”

“Her şeyden çok bunaldım Pertevciğim, kentten, koşuşturmaktan, hızdan, yetişememekten… Doğaya kaçış, ormana sığınış, kitaplara varış, yazıya iltica etmek düşüncesi öyle gıdıklıyor ki içimi, 35’imde değilim de 15’imde oluyorum sanki.”

“Bilmez miyim güzel abim, bilmem mi…”

Allah’ım, bu uyaklı diyalog, bu sinirleri hoplatan samimiyetsiz samimi hitaplar o kadar dayanılmazdı ki… Neyse, en acilinden havalı bir zengin kalkışına bakar, hele bir çaylar bitsin de, diye düşündüm. İlla ona onu ne kadar sevmediğimi söylemem mi gerek sanki!

“Bilirsin Pertev, çok ama çok severim seni, sen anlarsın beni.”

“Anlamaz mıyım aslan abim, bu kardeşinden başkası anlamaz seni…”

Hayır hayır, ikiyüzlülük değildi yaptığım, sadece engel olamadığım bir kibarlıkla sancılıyım, ne yapayım! Öfff, ben de başlamıştım kendi içimde secili konuşmalara, kafiyeli saçmalamalara… Acil kurtulmalıydım bu durumdan da bu tipten de, acil! Derken o an fark etmiştim bu ağır abi takılan dostumsumun yaz sıcaklarından etkilenerek günün modasına uygun bir şekilde kısacık bir şortun altından tıraşlı bacaklarını teşhir ettiğini. Hem de göremediğim kadarıyla babet çoraplar eşliğinde… İşte, dedim kendime, gün doğdu bana, saldır şimdi büyük bir hücumla tüm tutarsızlıklarına, çelişkilerine:

“Yahu Pertev, bu hal ne!”

“Sorma abi, kızlar böyle seviyor şimdi. Şort, traşlı bacaklar ve görünmeyen çoraplarla bez ayakkabılar…”

“Pertevciğim, kusura bakma ama hangi kızlar bu kızlar? Kedileri, köpekleri kırpıp sonra rengârenk çaputlarla hayvanlık vakarlarını yok sayarak onları birer soytarıya çeviren şu hayvansever kızlar mı? Şimdi de erkekleri mi kırpmaya başladılar sözleriyle? Böyle daha mı şirin görünüyor muşuz gözlerine? Hadi, anladık, kendilerinde tahammülleri yok da bari karışmasınlar kılımıza tüyümüze…”

“Abi, tüy diktin be muhabbetin içine!”

Tam da düşündüğüm gibi olmuş, sözlerim beklediğim etkiyi yapmıştı. Pertev, bu sözleri kaldırabilecek biri değildi. Çünkü zaten gerçekte olmadığı bir şeye benzemekle kendi içerisinde sorunlar yaşıyor, bu türden şeyleri mizacına yediremiyordu. Bu hakikati anlayabilmek için gizemli kıyafet ilminde allâme olmaya gerek yoktu. Gelgelelim, az önceki sözlerim, yarasına tuz olmuştu.

“Amma yaptın be abi, sen de bizi iyice kaniş köpekçiklere çevirdin, bizim de bir duruşumuz, tarzımız var herhalde… Neyse, çay için çok sağol, bir işim var da yetişmem gerek, hadi, eyvallah!”

Çok geçmeden, bir rahatsızlıkla kıvranmaya başladım ki düşman başına. Bu hissin vicdan azabı olmasını dilerdim. Ama değildi, sıkışmıştım. Kafe gibi mekânların lavabolarındansa camilerin tuvaletlerini daha güven telkin edici, çok daha ev sıcaklığında gördüğümden hemen kalkmaya yeltendim. Kasaya doğru yol alırken de çocukluğumdan beri yakamı bırakmayan bu “evden başka yerde yapamama” durumunun nasıl olup da dilimizde bu denli sakil bir ifade ile yer aldığını, neden İngilizcede çok daha kısa, öz ve estetik bir şekilde kalıplaştığını düşündüm, şaşırdım durdum: “shy pooper!” Hayâ anlamında bizden çok daha incelikli olduklarından mıydı bu durum? Yok artık, daha neler!

Kasiyer kız, klavyeye bakmadan yazabildiğini ıspatlarcasına gözlerimin içine bakarak,

“Ne vardı?” diye sordu.

Sonra da hünerli parmaklarını, piyano önündeki Fazıl Say edasıyla dans ettirdikten sonra benden takdir beklercesine hesabı aldı. Densiz şey! İstediğini ona vermeden arkamı döndüm ve en yakın camiye doğru hızlı adımlarla oradan uzaklaştım.

Away, I’d rather sail away
Like a swan that’s here and gone
A man gets tied up to the ground
He gives the world its saddest sound
Its saddest sound

 

Cüneyt Dal

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • yalaknebilirmisin , 14/12/2023

    ahahahah çok eğlenceli hikayeymiş evden başka yerde yapamayan çok arkadaşım var ve allah yardım etsin çok zorlanıyorlar gerçekten perteve uygulanan metodu da aklımın bir köşesine yazdım yeri gelince uygularım farklı versiyonlarını teşekkürler c.d

  • KöstekliSaatKösteği , 07/07/2023

    Okuyun.
    Daha çok Cüneyt Dal okuyun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir