Çocukluğun Bodrum Katı

Kısacık boyuyla babasının elini tutmaya çalışıp, parmak uçlarında sürüklenen küçük bir kız çocuğu gibi, tepemdeki tutacaklardan birine asılmıştım. Olduğum vagon fazla kalabalık değildi. Sağ çaprazımdaki orta yaşlı adam gözlüğünü burnunun ucuna indirmiş, muhtemelen gün boyu kafasını kurcalamış olan bulmacasına bakınıyordu. Yüzünde kendisine hatrı sayılır yer edinmiş olan ciddiyetinin üzerine, hemen arkasındaki uzun boylu, esmer gencin taze merakı eğilmiş bir halde birkaç durak gittikten sonra omuzlarını gererek homurdandı adam, sonra gazeteyi ceketinin iç cebine koyup tavana bakmaya başladı.

“Bir sonraki istasyon Şişli-Mecidiyeköy”

Hemen önümdeki koltuklardan birinde bir genç kafasına taktığı kocaman, turuncu kulaklığıyla, sanki orada olması tamamen kendi bilgisi dışında gerçekleşmiş bir durummuş gibi şüphe ve yabancılıkla etrafı inceliyordu. Hemen yanında ise bir kadın ve kucağında beş altı yaşlarında bir kız vardı. Küçük kız, sapsarı küt saçlarının altında merakla parlayan kocaman gözlerini yanımda dikilen çifte dikmişti. O kadar dikkatli ve dolu bakıyordu ki gayriihtiyarî ben de kısa bir süre çifte dikkat kesildim. Hararetli fakat kısık sesle tartışıyorlardı. Gördüğünü anlamlandırmaya çalıştığı her halinden belli olan küçük kız; onun yaşlarındaki halimi, oturduğumuz apartmanı, pencere önlerinde babamı beklemelerimi, annemin ekmek almaya gönderdiği bakkal Fehmi Amcayı hatırlattı.

Bir akşam, apartman kapısının önünde arkadaşımı beklerken, bodrum kattaki daireden gelen bağırmaları duymuştum. Ses o kadar tok ve hırçın çıkıyordu ki merakıma yenik düşüp, mahcup burnumu demirlere dayadım. Sadece tül çekilmiş olduğu için içerisi görünüyordu. Karşı duvarda büyük, eski bir saat; hemen altında ise kırmızı bir kanepe vardı. Sağ duvar tarafında; üzerinde kirli bardaklar, yazı dolu birçok kâğıt, şık bir kol saati, dolu bir kül tablası ve gözlük olan kum rengi bir masa duruyordu. Masadan biraz uzakta, üzeri kıyafet dolu bir sandalye vardı ve fazla eşya olmamasına rağmen odanın düzeni ilk bakışta insanı boğuyordu. Püskülleri sararmış halı evin en büyüğü gibi ağır ve yorgun bir halde yere serilmişti. Odanın ortasında bir adam elleri havada, odanın göremediğim duvarına doğru yüzünü dönmüş bağırıyordu. Üzerinde soluk siyah bir kot pantolon ve koyu yeşil kareli gömlek vardı. Koyu kahve saçları ensesinde terden ıslanmışlardı. Kime doğru bağırdığını göremiyordum:

– Canına mı susadın sen? Yetmedi mi hâlâ akıllanmadın mı be kadın?

Kadın nesi oluyordu acaba? Eşi, kardeşi, annesi? Ellerini başına bastırdı:

– Sen beni delirtecek misin? Bunu mu istiyorsun ha bunu mu? Evden dışarı adımını atmayacaksın anladın mı beni? Bir daha bana karşı gelirsen öldürürüm seni, öldürürüm!

Duyduklarıma inanamamıştım. O kadar hiddetle bağıran birisini o zamana kadar sadece televizyonda görmüştüm. Şaşkınlıktan açılan ağzıma ellerimi bastırmış, adamın boğazını yırtarcasına bağırarak saydığı hakaretleri dinliyordum. Ben çok korkmuştum ama kim bilir bağırdığı kadın ne hale gelmişti! Hiç sesini duymamıştım, adama hiç cevap vermemişti. Ya ağlıyordu ya da korkudan sesini çıkaramıyordu, bilemezdim. Adamın kıpkırmızı kesilmiş suratını ve neredeyse fırlayacakmış gibi duran gözlerini görmesem bile yanı başımda hissetmiştim.

Arkadaşımı beklemeden koşarak eve çıktım. Kafam sanki o dairenin duvarları olmuştu da sesler içinde yankılanıyordu; doğru düzgün yemek yiyememiştim. Sürekli, babamı o adamın yerine koyup annemle bana bağırdığını düşünüyordum, gözlerim doluyordu. Adamın birkaç hafta önce taşındığını biliyordum. Apartmana birisi taşındı mı yemek götürülür bir ihtiyacı var mı diye sorulurdu. Hatta annem de taşındığı akşam babamın söylemesiyle bir tabak yemek götürmüştü. Benim gördüklerimi görmüş olsa babam yine aynı şeyi söyler miydi diye merak ediyordum. Yine de kimseye olanlardan bahsetmedim. Bağırdığı kadından kimsenin haberi yoktu, herkes adamın tek başına taşındığını sanıyordu.

Çocuk aklımla ne kadar edebileceksem o kadar nefret etmiştim o adamdan. Birkaç gün rüyalarımda ağzından tükürükler saçarak bağıran dev adamlar görmüştüm. Annem hep çok hassas bir çocuk olduğumu söylerdi, bilmiyorum belki de o yüzden o kadar içime işlemişti gördüklerim. O olaydan yaklaşık bir hafta sonra karşı komşuya misafirliğe gittik. Bir ara babamla komşumuz Ragıp Amca yeni taşınan adam hakkında konuşmaya başladılar. Çok kibar adammış; çok görgülü, çok beyefendi birisiymiş diye methiyeler düzüyorlardı. Çocukken ailesinin durumu kötü olduğu için bodrum katlarda büyümüş ve annesi de öyle bir evde vefat etmiş. Bu yüzden hep böyle evlerde otururmuş. Babamlar anlattıkça annemler de başlarını sallayıp, birbirlerine adamı takdir eden bakışlar atıyorlardı. Çok sinirlenmiştim. Deli gibi bağırıp çağıran, bir kadını ölümle tehdit eden korkunç bir adamdan melekmiş gibi bahsediyorlardı. Sonunda dayanamadım:

– Siz öyle sanın! Canavarın teki o adam!

Farkında olmadan yumruğumu sıkmış, kaşlarımı çatmıştım. Sesim çok yüksek çıkmamıştı ama kimse böyle bir çıkışı beklemediği için birden bir sessizlik oldu. Annem gözlerini açıp bana baktı ve çocuk işte der gibi yarım yamalak bir gülüş atıp “Ne canavarı kızım sen de” diyerek sessizliği bozdu. Ani çıkışımdan dolayı tam mahcup olacakken annemin bu bakışı beni daha da sinirlendirmişti:

– Geçen gün evinin penceresinden bakarken bir kadına bağırdığını gördüm. Öldüreceğim seni dedi. Çok kızgındı. Belki ben geldikten sonra dövmüştür bile. Canavar gibiydi işte canavar!

Annemler yine şaşırmışlar, dediklerime inanıp inanmamak arasında kalmışlardı fakat Ragıp Amca konuşmaya başlamasa muhtemelen çocukluğumdan dem vurup karıştırmışımdır, yanlış görmüşümdür diye söylediklerimin üzerinde bile durmayacaklardı.

– Haa, dur tamam sen şeyi diyorsun kızım, oyunculuk da yapıyormuş o adam. Bazen Taksim’de bir tiyatroda sahneye çıkıyor demişlerdi. Zaten yalnız yaşıyor o. Sen gördüğünde de rolüne falan çalışıyordur.

Herkes çok olağan karşılamış, çaylar tazelenmiş, muhabbete devam edilmişti. Bense bir türlü meseleyi kavrayamıyordum. Gördüklerim benim için o kadar gerçekti, aklımda ve küçük kalbimde o kadar sahici yer edinmişti ki gözlerimin önünde sinirden yaprak gibi titreyen adamın rol yapmış olmasını kafamda oturtamamıştım besbelli. Kimse bana bir şey yapmamıştı ama kendimi kandırılmış gibi hissediyordum. Diğer insanların rol yapıp yapmadıklarını, gördüklerimin bir sahnenin provası olup olmadığını nasıl anlayacaktım? Hepsi, en fazla o adamın sinirden havaya kalkmış elleri kadar gerçek olacaktı.

Ragıp Amcalardaki kafa karışıklığım geldi, metroda şakaklarımın iki yanına oturdu. Tartışan çift, küçük kızın gözlerini kendilerine diktiğini fark edip, ona doğru dönmüşlerdi. Rahatsız oldukları ve bu rahatsızlıklarını da fark ettirmeye çalıştıkları her hallerinden belliydi. Kadın durumu anlayıp kucağındaki kızı dürttü. Sinirli sinirli kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra küçük kızın yanaklarına ufak bir kırmızılık yayıldı ve başı önüne düştü.

Çocuktu, tüm çocuklar gibi kalbiyle düşünüyordu. Gözlerindeki şaşkınlığın, bir masal ülkesinden farksız olan içinde nasıl karşılık bulduğunu kimse bilemeyecekti. Bense; her gördüğüne kalbiyle inanan küçük bir kız çocuğu gibi asıldığım tutacağı bırakıp, karşısında dikelen gerçekleri bile iki kez sorgulayan bir yetişkin olarak; inmem gerekenden üç durak sonra indim.

Kübra Taşkıran

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir