Büyülü Rânâ

1a2dfc30008033.560e777a9e3c1

İki ay boyunca âvâre bir meczup gibi dolaştı. Bedeninden ruhunun üçte ikisi çekilmiş, geride kalan biriyle de ayakta durmaya çalışıyordu. Ailesinin tedirginliği, onu çözüm arama yollarına itmişti. Eş-dost devreye girip hemen biriyle baş göz edeceklerdi. Babası, kadîm bir dostunun kızı ile görüşme günü ve saatini ayarlamıştı bile.

İstanbul, son yirmi yılın en ağır kışını yaşıyordu. Hafta boyu yağan karla birlikte sürekli olarak annesinden duyduğu söz buydu. Yüzüne sinmiş çirkinliğinden ve de saçlarının dağınıklığından bir nebze olsun kurtulmak için berber koltuğuna oturdu. Alnında arklara benzer oyuklar oluşmuş, şakakları ağarmış adamın kendisi olduğunu anlayınca, iki aydır aynada yüzüne dikkatlice bakmadığını fark etti. Bu kadar kısa sürede böylesine nasıl da değişmiş, değişebilmişti, şaşırdı. Makasın ilk şıkırtıları ile çocukluğunun hatıra yapraklarından kara önlük, kara tahta, boyunu aşan kar ve altı ay süren kış manzaraları döküldü ilkin önüne. Ardından sevdiği yaz günleri, ekin biçenlerin ellerindeki orak, ekini yükledikleri kağnı, harmandaki düven, ahırdaki sarıkızın yavrusu, büyük şehre göç ederken annesinin heyecanı, babasının telaşesi döküldü.

Akranlarından bir yıl evvel başlayıp bir yıl erken bitirmişti ilkokulu. Okul bittiğinde ise, on bir yaşındaydı. Babası karşısına aldı. “Oğlum, abin okuyor, kardeşin okuyor, sen çalışmalısın.” dedi ve ekledi: “Şartlar!” O zamanlar bu kelimenin ne manaya geldiğini bilmiyordu Tahir. İlk maaşıyla eve bir vitrin almışlardı. Daha çocuk yaşta evin ihtiyaçlarını karşılamanın ileride omuzlarına nasıl bir yük bindireceğini de bilmiyordu.

Berber işini titizlikle yapmaya devam etti. Çırak sabunu köpürtüp yüzüne sürdü. Kalfa usturayı hazırladı. Tahir, zâhiri dağınıklığı ile geçmişin pişmanlıklarını berber koltuğuna gömmek istiyordu. Gözlerinin önünden aşağıya inen saçları değil, geçmişiydi. Kendini yineledi. Sayıklamalarını sürdürdü. İçine doğru dökülmeye devam etti.  İlk gençlik dönemi, gece gündüz demeden çalışmışlığı, yaşayıp yaşamadığını ayırt edemediği on yedi yirmi yaş aralığı, askerlik sonrası med-cezir hâlleri, tam düşeceği anda manevî bir elin çekip kurtardığına inandığı günler, kutlu bir misâfir gibi gelen ve ev sahibi gibi davranıp kendisini toparlayan Büyülü Rânâ’sı sakalları ile birlikte yüzünden aşağı döküldü.

Otuz bir yaşındaydı. Bu sefer karşısında sevdiği kadın oturuyordu. Bir yıldır nümayişsiz, gösterişsiz bir bağ vardı aralarında. Birçok engeli aşmış, birçok putu devirmişlerdi. Ama sıra büyük puta geldiğinde, baltayı yere çalmıştı sevdiceği.

– Sana karşı hiçbir şey hissetmedim değil. Yıllar sonra ilk defa kendi kapılarımı ve şehrimin kapılarını sana açtım.

– Kapıları açmak… Oysa ben, yalnızca evimin kapılarını açmanı isterdim.

– Ne istediğini biliyorum. Ne kadar istediğini de. Her şeyin istediğimiz gibi olmaması da canımı sıkıyor. Birlikte konuştuk. Birlikte tıkandık, dedi ve ekledi: “Şartlar!”

Yirmi yıl önce babasından duyduğu bu kelimenin ne manaya geldiğini artık biliyordu. Rahminde dünyaya yetecek kadar cömertlik taşıdığına inandığı kadının, dudakları nasıl bu kadar cimri olabiliyordu, her şeyi bir kelimeyle nasıl da bitirebiliyordu, anlam veremedi. Kalbi, kadranı silinmiş saat gibi işlevini yitirmişti. Zaman mefhumunu kaybetmişti. On bir yaşında adam olan ruhu, otuz bir yaşında ihtiyarlamıştı. Babası, edebiyatı öğretmenliğini; sevdiği kadın ise, baba olma hayallerini tek kelimeyle bitirmişlerdi.

Berber işini bitirdi. Hesabı ödedi. Kısalan saç ve sakallarıyla kendini yeni bir hüviyete bürünmüş gibi hissetti. Bir ân yeni bir doğuma ümitlendi.

Vahşi tabiat olarak adlandırdığı toplu taşıtları bir bir değiştiriyordu. Minibüs, otobüs, metro… Metroda karşısında oturan kadının bacak bacak üstüne atmasından rahatsızlık duydu. Müdahil olmak istedi, yapmadı. Bir kadının bir erkek karşısında bu şekilde oturmasını muhayyilesi dahi kabul etmiyordu. Tahammül etmek yerine pasif bir direnişle ayağa kalktı. Bir köşeye çekilip yolculuğuna ayakta devam etti. Yeraltından kurtulmak için asansör ya da yürüyen merdiveni tercih etmedi. Merdivenleri bir bir çıkarken ayakları ve kalbinin sesini dinledi. İkisi arasında bir ritim yoktu. Farklı yönlere gidiyor ve farklı sesler çıkarıyorlardı. Aylardan şubattı, günlerden cumartesi. İkindi namazı için okunan ezana iştirak etti. Ardından şehrin orta yerinde, caminin tam karşısında bulunan pastaneye doğru yürüdü. Boş bir masaya oturdu. Yüzünde yapmacık bir gülücükle genç kız menüyü uzattı. Biraz inceler gibi yaptıktan sonra, çantasından kitabını çıkardı. Okuduğu hiçbir cümle kendisine hitap etmiyordu. Kitabı masanın üzerine koydu. Sandalyesine yaslandı. Parlak yüzlü bir gencin, “Siparişinizi verdiniz mi efendim?” sorusuyla dalgınlığından kurtuldu. “Arkadaşımı bekliyorum.” diyerek geçiştirdi. Beklemek, ruhun mengenesiydi. Tekrar kitabı eline aldı. Kaldığı yerden okumaya koyuldu. Romanda, “Yağmur sonrası orman gibi kokuyorsun.” cümlesinin altını çizerken bastırılmış duyguları hortladı. Tahir için özlemek, dokunmaktan, sarılmaktan ve de yüzünü saçlarına gömmekten yoksun kalmak demekti. Özlemek, sevgiyi dirileştiriyordu. Günlerdir biteviye olarak bunu düşünüyordu. Tek tesellisi ise avuç içinde kalan ter kokusuydu. Sevdiği kadının elini öylesine sıkıca tutmuştu ki bir daha hiç bırakmayacak gibiydi.

Kendisiyle savaşı bitmek bilmiyordu. Gözleri çaprazındaki masaya kaydı. Genç, güzel, alımlı bir kadın ve mahcup bir delikanlı… Kadın masaya hâkim. Sandalyeye yaslanışı, bacak bacak üstüne atışı, el kol hareketleri, mimikleri “Burada benim sözüm geçer.” diyordu âdeta. Genç adam, ellerini, titrediği belli olmasın diye masanın üzerine mıhlamış, parmaklarını birbirine geçirmişti. Heyecanını bastırmak için de ayaklarıyla tempo tutuyordu. Kadın hâkim, genç adam mahkûmdu. Bir erkeği, duygusallığın nasıl çaresizlik bataklığına sürüklediğini yakînen müşahede ediyordu. Ara ara genç adamın dudaklarından dökülen sözcükler çalınıyordu Tahir’in kulağına. “Biliyorsun hayatım seni de annemi de çok seviyorum.” On beş dakika boyunca sahne hiç değişmemişti. Sonunda bekleme bitmiş, ince, orta boylu, zarif bir hanım karşısındaydı. Küçük bir tanışma faslı.

– Tahir

– Elif

Sakin bir masaya doğru yürürlerken, Tahir, Elif’in ne kadar da ismi ile müsemma bir kız olduğunu ve siyah filmin çekildiği büyük camda aksini gördüğü Elif’e, lâcivert kabanın çok yakıştığını düşünüyordu.

Elif sandalyeye kurulduğunda, Tahir, anlamsız bir sessizliğe büründü. Az önce izlediği manzaranın izdüşümünü şimdi kendi masasında yaşıyordu. Çaylar yudumlandı. Elif’in yüzünde, bir yerlere yetişmesi gerekliymiş gibi bir acelecilik hissi vardı. Mülâkat komisyon üyesi gibi sorularına başladı:

– Ne mezunusunuz?

– İlkokul.

– Mesleğiniz nedir?

– Özel bir şirkette makine operatörü.

– Kaç kardeşsiniz?

– 5

Sorular standarttı. Tahir’in cevapları da. Kız, hayat beklentilerinin, mutluluğun maddî denkleminden bahsetmeye başlamıştı. Kız anlattıkça kendini bitiriyordu. Tahir kızı değil, camdan süzülen hayatın türküsünü dinliyordu. Yukarıdan aşağıya süzülen tükenmiş, mağlup olmuş bir türkü. “Şartlar!” dedi bu sefer kendisine “Şartlar!”

Tahir bir ân, “En sevdiğiniz renk? Hiç mor menekşe yetiştirdiniz mi? Masanın üzerine bir fesleğen yerleştirip onun kokusunda kitap okudunuz mu? Beni sevebilir misiniz?” sorularını aklından geçirdi ama sormadı.

Elif, karşısında süklüm püklüm oturan, pısırık görüntülü adamdan hiç hazzetmemişti. İsteksizce son sorusunu da yöneltti:

– Evliliktenbeklentiniz nedir?

Tahir afalladı. Dili lâl olmuş bir ahraz gibi kekeledi. Bu soruya verebilecek tek cevabı Rânâ idi. Kızın konuşmaya olan hâkimiyeti, Tahir’in içine olan mahkûmiyetini arttırdı. Bardağı avucu ile kavradığında çayın soğuduğunu fark etti.Gözlerini yumdu. Karşısında Rânâ oturuyordu. Evet, omuzlarına attığı bordo şalı, şalın üzerinde kıvrım kıvrım kestane kızılı saçları, incecik parmakları, Zühre yıldızı gibi ışıl ışıl gözleri, güldüğünde sol yanağında beliriveren küçücük gamzesi ile karşısındaydı Büyülü Rânâ. Rânâ, cama vurarak intihar eden kırgın yağmur taneleri kadar güzeldi. Güldüğünde, bütün nesneler güzelleşiyordu. Saçlarını geriye attığında, milyonlarca yıldız aynı anda kayıyordu. Bir ân Rânâ’nın elinden tutup gelincikler ve de papatyalarla dolu uçsuz bucaksız bir yerde yürümeye başlamıştı. Gözlerini açtığında Elif’in eline tutmaya çalıştığını fark etti. Kız, karşısındaki konuşmaktan aciz adamın beklenmedik hareketi karşısında yüzünü buruşturdu. Tahkir edici gözlerle baktı. Dudaklarından tek kelime döküldü: “Ezik.” Hışımla masadan uzaklaşmaya başladı. Tahir ardından bakakaldı. Bardak, kekeme bir hüzünle bir şeyler söylemek istedi,  kırılmaktan korkup sustu. Masa, güngörmüş bir bilge edâsıyla mahzun bir şekilde olanları seyretmekle yetindi.

Tahir,  bu işin Elif’le de olmayacağını anlamıştı. Rânâ ise artık bir hayâlden, bir resimden ibaretti. Baktığı her yerde onun resimlerini görüyordu. Canlanıyorlar, kıpırdıyorlar, bir gölge gibi peşini bırakmıyorlardı. Geçmişi, geleceğinin önünü tıkıyordu. Oysa şimdi ölseler, kırkları çıksa, birbirlerinden haberleri olmayacaktı. Elini burnuna götürdü. Sevdiği kadının avuç içi kokusunu değil, müebbet bir yalnızlığın kokusunu duydu. Çaresizlik Tahir’in kendisine ve de yeryüzünde debelenen tüm canlılara olan öfkesini artırdı. Öfke, doru atlar gibi yelelerini savurarak koşuyor, kalbini savaş alanına çeviriyordu. İçinde devinen tüm hislere ve de önündeki boşluğa usturuplu küfürler savuracaktı ki, okunan akşam ezanı, hayalleri ölüme çağıran bir sûr gibi yankılandı boşlukta. Hayat karşısında aldığı tüm yenilgilerden mütevellit yüzünün etleri lime lime önüne dökülmeye başladı. Tahir, farkında olmadan mırıldandı: İnsan, dökülen bir varlıktır.

 

Celal Kuru

 

 

DİĞER YAZILAR

5 Yorum

  • Özbek , 12/07/2017

    “Hevesleri, beklentileri, erteledikleri, kursağında kalmış kelimeleri,
    kaçırılmış bakışları, gizledikleri, bitirilmemiş mektupları, susuşları ve istemsiz veda edişleriyle tamamlanmamış bir cümledir insan.”

  • Sultan Ö. K. , 01/03/2016

    Nefs midir Ruhu ele-ağyara- düşüren ? Çileli gönüllere sormak gerek , Rıza-i Ilahi’de son adımdır belki de ..

  • Deniz Tekin , 28/02/2016

    Beyza sayesinde okudum, canım Beyza, Beyzz

  • Zahra Sadat , 21/02/2016

    Tahir’e nasıl merhamet duymayalım..
    Yüreğinize sağlık.

  • Ebu Mübeyyen , 21/02/2016

    Heves, insanın boğazında kalan bir şey olsaydı keşke

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir