“Hz. Âdem’den bugüne kadar insanlar arasında çıkan tartışmaların,
kavgaların ana sebebinin ihtiraslarımızla imkânlar arasındaki uyuşmazlık olduğunu söyleyebiliriz.”
Sulhi Ceylan – İnsanı Okumak
Savaş ilanları hava raporu gibi duyurulduğundan beri konuşmuyor Suzan. Dilinde bir yara yok, ağzının içini pamukçuklar da kaplamış değil. Dişleriyle ceviz bile kırabilir; öylesine sağlam, derler ki o güldüğü vakit artık bir temsile başlamış gibidir. İnsanlar ona bakmaktan ödün vermezler. En son güldüğünde kiraz mevsimiydi. Tevafuk o ki, Suzan kirazda doğmuş ve gülümsemeyi de kirazda bırakmıştı. O canım Hafızahmetlerin dalları iki büklüm yaptığı zamanlarda kaplumbağalara yedirdiği kirazları da unutmuş, hatırlamak isteyeceği şeylerden kaçmayı huy edinmişti.
Ne olmuştu peki o kiraz mevsimi? Dillere pelesenk olacak milyon aşk hikâyesinden biri daha yazılacak değildi ve Suzan asla başrolde bir erkeğin yer aldığı sancılı ve cılkı çıkartılmış göz yaşartan hikâyelerin kurbanı olacak da değildi. Peki ya ne oldu diğer kirazlardan bir fazlalığı olmadığını söylediği o kirazda? Belli ki farkı vardı da fazlalığı yoktu. İçinde, Hüseyin Rahmi’nin Şadan’ı gibi cinnetinden şüphe etmeden yaşayan bir başka canlı taşıyan Suzan, “Ben deli miyim?” sualini günde en aşağı on defa dillendirip de deliliğini kendisini akıllı sanan en az on kişiye onaylatmak için debelenen yarım akıllı arsızlardan da değildi.
Kimdi bu Suzan ve ne olmuştu o kirazda? Savaş ilanları ne zamandan beri hava raporu gibi duyuruluyordu, hiçbir biçimde anlatıcıyı ilgilendirmese de bir sevdiği var mıydı, aç mıydı, açıkta mıydı? Acaba Suzan’ın annesi de tıpkı Şadan’ın annesi gibi yüzünü pudralayıp kaşlarını işliyor muydu? Hüseyin Rahmi’nin deyimiyle pudra tozları bayat muhallebi üzerine ekilen şeker gibi buruşuklarının arasına doluyor muydu? Saçları yeni taranmış bir kız kadar ezbersiz, kuralsız ve korkusuz yaşayan annesine söz geçirmeye çalışmayı da kiraza yakın bir vakitte bıraktığını hatırlıyor ve genç kızlık rüyalarının içinde alakasızca dolaşan siren seslerini, uyarı levhalarını, gazoz kapaklarını anımsıyordu. Mahalledeki erkek çocuklarının elinde saçı başı gürgen ağacına dönmüş, bir ayağı kopuk sindi bebeğini de hatırlıyor, huysuz bir köpek tarafından dişlenerek parçalanmış marul bebeğini de. Fakat bunlar ona hiçbir şey anlatmıyor. Harp ilanları okuyarak büyüyen dedesinin bir gül ağacından yapılmış olduğunu düşündüğü yaşları çoktan devirmişti Suzan. Dedesi bir gün olsun sürmeyi unutmadığı gül yağıyla gerçekten de amber dükkânında gül yağı kabına düşmüş gibiydi bir zamanlar. Suzan’a göre dedeler gerçeklerden bağımsız, hayal ettiğimiz başka gerçeklikler içinde büyüttüğümüz unutkanlıklarımızdı. Tıpkı hikâyelerimiz gibi.
Alt hikâye
Her âdemin gözünün açıldığı bir zaman dilimi vardır. “Ben bu güne kadar bunu nasıl görememişim!” diye hayıflanılan şeylerden sonra gelen, artık çözdüm bu işi, elimden kaçamaz, görüyorum denilen şeyler işte. Göz her ne kadar açık olsa da şuur ile görme imkânından yoksun olduğumuz vakitlerde olayları, nesneleri ve en önemlisi de insanları doğru seçemeyiz. Nesneler bizi insanların dünyasına taşır ve yaşadığımız şeyler bir başkasının hikâyesi içindedir. Biz kendi hikâyemizi yaşadığımızı zannederken olup bitenler bizi çepeçevre sarar ve bize bazı sözcükler sıralar: çelişki, açmaz, tutku, endişe, panik yahut korku. Suzan da kendi hikâyesini yaşadığını düşünenlerden biriydi. Çelişkilerini, açmazlarını, tutkularını, endişelerini ve korkularını düşünmeden yaşayan biri olduğu yanılgısıyla hareket eden, dostluk kurduğu ve arkadaş kabul ettiği insanları iyi bireyler olarak tanımanın birtakım arızalar doğuracağı fikrine sadık. Hele de bu zamanda sürekli kendi dostlarını, ahbaplarını kir değmemiş, iyi ve ahlaklı olarak göstermenin aldatıcılığını konuşmaya bile lüzum görmezdi.
Basitçe söyleyecek olursak kendisiyle dost olduğu için bir kötülüğünü görmemiş dostu tutup da bir başka insana fenalık ediyorsa bu hâlihazırda dostunu kötü yapmıyordu. Çünkü bugünün yasasına göre insan tanımadığı birine kötülük yapabilir. Bunu açıkça yapabilir. Aynı insan tanıdığı biri için kötü bir şey yapmayı aklından geçirebilir fakat yapmaz. Bu paradoksu doğru düzgün açıklayabilecek kadar tanışı ve akranı yok ne yazık ki. Kitaplarsa sadece yabancı insanların şahsi gözlemleri onun için. Kitapları sevmez Suzan. Fakat bolca okur. Bazen dünyadaki bütün kötülüklerin önce yazıldığını sonra da temsile konulduğunu düşünür ve bu sabitesi üzerinden bütün yazarları suçlayabilir. Hatta bazı yazarların birer suç makinesi olduğunu söyler durur yakınlarına. Yakınları dediysem de öyle okuldan mahalleden değil ha. Evinde beslediği kaplumbağalarıyla dertleşir Suzan. Kaplumbağalar ona hocalık etmiştir. Yavaşlığı onlar sayesinde kanıksamış ve düşünme becerisini böylelikle ilerletebilmiştir. Sizlere tuhaf birinden bahsetmiyorum. Eğer gerçek bir tuhaflıktan bahsedecek olsaydım daha gerçekçi olurdum. Mahallede yaşanan, sokakta olup bitenleri su katmadan anlatırdım. Fakat gene de siz Suzan’a ve onun güzelliğine su katılmamış olduğunu varsayın. Böylesi daha güzel onun için.
Bir alt hikâye daha
Her âdemin kör olduğu bir zaman dilimi vardır. “Bunca zamandır buradan geçerim bu mekânı hiç fark edemedim, bu kadar zamandır bu mahalleye girer çıkarım bu âdemi ilk defa görüyorum” diye sayıklanan şeylerden ziyade insanın kendisiyle başlattığı ve sonra başka insanlara yüklediği, oradan tabiata ve eline aldığı, önünde gördüğü her nesneye yüklediği kriz durumu. Körlük, bir insanın gözlerinin görmemesi üzerine edilen lakırdılardan fazlasıydı Suzan için. Kırmızı ışıkta beklerken aniden kör olan adamın hissettikleriyle yüzleşmeyi ve devam eden süreçte körlüğün açtığı o müthiş kaosun nasıl da bastırılmak istendiğini unutmadan körlük bahsine girer Suzan. Körlük onun için Nazi Almanya’sının diğerlerine uyguladıkları değil, o diğerlerin nasıl olur da Nazi Almanya’sını meydana getirdiğidir. Bu fikrine göre körlük sonuçlarla değerlendirilemez. Nazi Almanya’sı bir sonuçtur ona göre. Sonuçları ciddiye almaz, değersiz de bulmaz öte yandan. Nedenleri arayanlardan da değildir kendileri. Gene bu konuda yazarları suçlu bulur. Romancıların sonuçları düşünmeden insanların canına ot tıkayacak hadiseleri körüklediklerini, yeni olaylar için nedenler icat ettiklerini söyler durur.
Gazetelerin asıl çıkma sebebi bugün savaş ilanlarıdır. Bu sadece bir devletin bir başka devleti işgal etmesi üzerinden okunabilecek çıkarım değildir. Bundan fazlasını içerir. Suzan da böyle düşünüyor. Tek ortak fikrimiz de bu sanırım. İnsanın o dinmek bilmeyen öfkesi, kabına sığmamak için can atması, başarı için mutlaka asgari bir canlının canını yakmak üzere şartlanması, toplumsal ezberlerin kurbanı olarak kendi yanılgılarına, hınçlarına, hırslarına kör kalıyor olması; günün sonunda boyu ölçüsünde bir toprak parçasının içinde çürüyecek olmasını kabul ettiği halde dünyanın ona dar geliyor olması, kendisi için üretilen sıkıntıları şüphesizce kabul etmesi gayet etik.
Suzan’ın kaygıları, atakları, yorgunlukları, gücü, zihin durumu, kalp ritmi, göz sağlığı, diş sağlığı sıkıştırılmış, düğme kadar bir hapa indirgenmiş ve ona bağımlı kılındığı halde çıtı yok. Bu da etik. Soğuk savaş, sıcak savaş, siber savaş, vurdu kaçtı, kaptı kaçtı haberlerinin tavan yaptığı bir dünya Suzan için filmin sonunda kötülerin kaybettiği yerden daha gerçek ve iyilerin kime göre iyi kime göre kötü diye ayrıldığı bir boşluk. İşte o kendisini bir boşluğun parçası olarak görmeye başladığında yeniden doğduğunu düşündü. Boşluğun korkutucu yüzüyle karşı karşıya gelmesi filmi başa sarmış olabilir. Ne zaman doğdun diye soranlara kiraz mevsimi diye cevap veriyordu. Tıpkı benim gibi.
Mehmet Erikli
3 Yorum