“İnsan yaşadığı yere benzer.”
(Edip Cansever)
İnsan nasıl ki parçadan bütüne doğru, akıp giden zaman içerisinde kademe kademe şehri inşa ediyorsa aynı doğrultuda şehir de insanı inşa etmektedir. Herkes yaşadığı yere/şehre nispetle birbirinden farklılaşır. Bu durumu, farklılıkların birincil unsuru olan inanç bağlamında da düşünebiliriz. Mesela Müslüman bir anne babaya sahip bir çocuk, Müslüman olarak yetişir ve büyür. Akletme biçiminin ana omurgasını bu inanç sistemi oluşturur. Haricen doğduğu, büyüdüğü şehrin/mahallenin/evin getirdiği dil, yaşam biçimleri, insan ilişkileri, düşünce tarzları gibi çeşitli unsurlar da bu akletme biçimine etki eder. Bu olgu canlıdır ve ömrün sonuna kadar tecrübeler artarak devam eden bir süreçtir. İnsan aynı zamanda eyleyen bir varlıktır. Kendinde var olan bu akletme biçimiyle maddi dünyada eyleme geçer. Yaptıkları genellikle bu zihin dünyasının bir iz düşümüdür ve eylemleri maddi âlemde gördükleriyle paralellikler taşır. Dolayısıyla insan ve şehir/yer birbirine benzeyen varlıklardır ve birbirinden bağımsız düşünülmemelidir.
İbn Haldun, Mukaddime’sinde sanatların mükemmelliğini hadaretin (medenilik) kemâline, ileri seviyede olmasını ise onlarla ilgili talebin fazla olmasına bağlar. Medeni olanın yani şehirlinin kemal seviyesi ve sanat ile ilgili talebi arttıkça pek tabiîdir ki bu, şehrin bizatihi kendisine de yansıyacaktır. Dolayısıyla kemal derecesi yüksek olan şehirlinin vücuda getirdiği şehir de o derecede güzel olacaktır. Şehrin güzelliği, insanın güzelliğine bağlıdır. İnsanın güzelliği ise kalbinden geçer. Kalbini ve buradan hareketle iç âlemini güzel kılan insan, sürekli olarak güzel olanı arzular. Lâkin bunun için de kalbin maddi âlemle sürekli temas halinde bulunan gözde bir karşılığı olması gerekir. Çünkü göz maddi âlemde gördükleri ile alışkanlıklar kazanır ve güzel olanı bu gördükleri içerisinde arar. Neyi görüyorsa onun benzerini eyler. Burada konu ile ilişkili olarak Cengiz Bektaş‘ın “Türk Evi” kitabında yer alan, 80 yaşındaki bir ustayla yaptığı konuşma örnek verilebilir. Konuşma, Antalya evlerinden birinde geçmiş. Bektaş, ustaya işin gelişini ve nasıl tasarladığını sormuş. Bir kişi ev yaptırmaya karar verdiği zaman bulduğu ustanın evine bir çuval buğday gönderirmiş. Ustanın eğer işi yapmaya gönlü varsa bu çuvalı kabul edermiş. Sonrasında ise işi yaptıracak olanla yapacak olanın aileleri arasında gidip gelmeler başlarmış. Böylece usta, işini yapacağı kişinin ailesini iyicene tanırmış. İşveren de nasıl bir şey istediğini anlatırmış. Kimi isteklerini de önceden bildiği bir ev üzerinden anlatırmış: “Bak şöyle bir şey istiyorum!” ya da “şuna benzesin ama şurası da şöyle olsun.” Bektaş burada ustaya: “Ya işveren kötü bir şey isterse?” diye sormuş. Ustanın verdiği cevap oldukça dikkate değer: “Göstereceği kötü bir şey yoktu ki.”
İnsan, güzel olanın içerisinde yaşıyorsa ve hem kalbi hem de gözü de gelebilecek çirkinliklere kapalıysa, isteyeceği de güzel olandan başkası olmayacaktır. Nasıl ki kalbin terbiyeye ihtiyacı varsa maddi âlemde güzelin arayışı içerisinde gözün de terbiyeye ihtiyacı vardır. Göz terbiye edildikçe kalp aradığı güzelliğe o nispette kavuşur ve insan neyin güzel neyin çirkin olduğuna dair fikir sahibi olmaya başlar. Dolayısıyla kalbin ve gözün terbiyesiyle fikir sahibi olmaya başlayan insan, eylemlerinde ve eşyada güzel olanın peşine düşer.
Tüm bu sözlerin üzerine şu soruyu sorabiliriz: “Sürekli eleştirip durduğumuz, çirkinliklerinden yakındığımız şehirlerin birincil sorumlusu sadece o şehirleri yönetenler midir?” Evet, doğru! Yönetenler belki birincil sorumludur, lâkin insan çuvaldızı biraz da kendisine batırmalıdır. Mesela en aşağısından en yukarısına -buna yönetici sınıf da dâhil-neredeyse herkes, şehrin beton yığınına dönüştüğünü söyler. Peki, maddi imkânları bir yapı inşa etmesine el veren şehirli, vücuda getireceği yapıda hangi malzemeyi tercih edecektir? Yine apartman blokların varlığını eleştiren şehirli, bu vücuda getireceği yapıda tercihini apartmandan yana mı yoksa müstakil bir evden yana mı kullanacaktır? Ya da bu yapıyı vücuda getirmesindeki birincil odak noktası salt para kazanmak mı yoksa değer verilmeyen insani yaşama değer vermek mi olacaktır? Sözün özü, modern insanın söylem ve ameldeki tezatlığı kendini şehirde de göstermektedir.
Girişteki Edip Cansever‘in cümlesini biraz değiştirerek tekrardan kurabiliriz: “İnsan, yaşadığı şehre benzer.” Aynı zamanda şehir de onu vücuda getiren insana benzer. İnsan ve şehir birbirinin ruh ikizidir desek yanılmış olmayız. Eğer hakikaten bu şehirle ilgili bir eleştirimiz, bir derdimiz varsa insan öncelikle bu eleştiriyi kendisine çevirip şehrine ne yaptığına bakmalıdır. İnsan, güzel bir şehrin arzusundaysa kalbini ve gözünü terbiye ederek kemal derecesini artırmanın gayretinde olmalıdır. Akletme biçimini bu yönde revize edip, zihnini berraklaştırmalıdır. Unutmamalı ki bir şehri değiştirmek, kendimizi değiştirmekten geçer.
Safa Meral